15 Eylül 2025 Pazartesi

BELGE | Mukaddes ÇELİK'le Röportaj: İRFAN ÇELİK'İN ÖLÜMÜNE YOL AÇAN SORUMLULARDAN HESAP SORULSUN (1988)

SUNUŞ


İrfan Çelik arkadaş.

İrfan Çelik'in ölüm yıldönümünde bir devrimciyi anarken devrimcileri anmanın kötü bir örneği yaygın şekilde uygulanır. Bu, maalesef, bu sene de aynı şekilde geçmiştir.

Bu röportajı İrfan Çelik'e olan saygımız uyarınca, gerçeklerin daha iyi bilinmesini sağlamak için yayınlıyoruz. Bu röportajın tamamı, kendi haliyle internette bildiğimiz kadarıyla yayınlanmadı. DHB ismini kullanan çevre bu röportajdan satır satır alıntılarla bir yazı yazmışsa da[1] bu yazı (intihal üzerine inşa olunsa da) bir teliftir, röportajın kendisi değil.

Bugün ESP, dünkü tavrının aksine, İrfan Çelik'in öldürüldüğünü savunuyor. Yine özellikle Halkın Birliği ismini kullanan çevre, İrfan Çelik'in intihar etmediğini özellikle savunduğu gibi, son çıkardıkları bir kitapta aksine Hüseyin Karakuş ("Vietnamlı") hakkında çirkin ifadelerde bulundular.[2] Davutpaşa zindanlarındaki direniş, kimsenin çiğnemesine izin verilmeyecek onurlu bir direniştir. Vietnamlı arkadaş da bu direnişe olumlu tavrıyla katkı sunmuştur. Kendilerinin iddia ettiği gibi "teslimiyetçi" bir tavırda asla olmamıştır. Bu çirkin, bayağı iftirayı atarken bu arkadaşların şirazesinin kaymışlığı ortadadır.

Röportajdan da gayet açık şekilde görülebileceği üzere İrfan Çelik, intihar etmiştir. Elbette ki İrfan Çelik, canı istediği için intihar etmemiştir, gördüğü işkenceler ardından intihar etmiştir, yani onun kanı 12 Eylülcü faşist katillerin elindedir; yine de kendi hayatını alanın kendisi olduğu gerçeği değişmez.

Röportajda bahsi geçen bazı diğer meselelere de değinmek gerek. Öncelikle İrfan Çelik'in 12 Mart'ta polis tavrının önemli olduğu doğrudur ki içeride polis tavırlarını irdeleyen mahkemede yer almasının ve dışarıda KK'ye önderlik etmesinin esas sebebi budur. "'76 dogmatikleri" dedikleri TKP (M-L) platformunu savunanlar, esasen (örgütsel ve ideolojik) tasfiyeciliğe ve darbeciliğe karşı bayrak açan parti üyeleridir. KK kariyerist liderliği kendi dayatmasını darbeci saymasına rağmen KK'yi feshedip yeni ve lekesiz bir önderlik kurmaya yanaşmadığı için örgüt bölünmüştür. Burada başı çeken de İrfan Çelik değil, Aziz Vatan'dır. İrfan Çelik'in tavrının çok etkili olduğu, onun önderliğinde davrandıkları, geçmişe dönük romantik bir revizyondur. İrfan Çelik'in "dogmatiklerle mücadelesi" ise, kendi kaleminden çıkan açıklamadan görüleceği üzere, Aydınlık ve Halkın Kurtuluşu paralelinde sağcıdır.[3] Bunda elbette sorumlu İrfan Çelik'in kendisi değil, savunduğu örgütsel çizgidir. '77'de ÜDT'ye karşı tavrın önderliğini ise İrfan Çelik değil, "Almanyalı Cemo" (bu çevre ne hikmetse halen daha ismini saklamada mantıklı bir sebep görüyor, kimliğini bilsek de) yapmış, ÜDT yazısını o yazmıştır. İrfan Çelik'in geriden geldiğini kabul eden Erdoğdu Çelik, ona bayraktarlık isnad etmekle tarihi gerçekleri çarpıtmaktadır.

İrfan Çelik devrimci yaşamını yanlış bir şekilde ama devrimci kararlılık ve inançla noktalamıştır. Onun intihar etmesi erdemlerini ve katkılarını ortadan kaldırmaz lakin erdemleri ve katkıları da intihar ettiği gerçeğini karartamaz. Bu intiharın mesuliyetinin de 12 Eylülcüler üzerinde olduğu gibi.

Yazıdaki yazım hatalarına dokunmadık, "[sic]" ekledik. Fotoğrafları baskıları kaliteli olmadığı, bizim elimizde de scan olmadığı için çıkardık. Kendimiz bir tane fotoğraf ekliyoruz.

İrfan Çelik'i saygıyla anıyoruz.

İbo'dan Demirdağ'a – Tarihimizden Öğreniyoruz
2025.09.15

Bu tarz eski yazılardan satır satır kopyalayıp hiçbir işarette bulunmamak maalesef bu çevrede yaygındır.
[2] "Anılar ve değerlendirmeler ışığında TKP-ML Hareketi'nin tarihine yolculuk" (1. Cilt). Kaya, Serdar Ağca. Çe-Kay Yayınevi. 1. Baskı, Aralık 2022. İstanbul. ISBN: 9786057281708. Sayfalar: 490-508.
Mukaddes Erdoğdu Çelik'in kitabında bu metni tahrif edip, aşırı sağcı kısımları almadığını da ayriyeten belirtmeliyiz.


***

Mukaddes ÇELİK'le Röpartaj [sic]
İRFAN ÇELİK'İN ÖLÜMÜNE YOL AÇAN SORUMLULARDAN HESAP SORULSUN


14 Eylül 1980'de kaybettiğimiz değerli devrimci sosyalist önder İRFAN ÇELİK'in eşi MUKADDES ÇELİK'le dergimiz adına görüştük. Yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.

EMEĞİN BAYRAĞI: İrfan Çelik'i yakından tanıyan birisiniz. Amacımız onu daha yakından tanıyabilmek ve okuyucularımıza da tanıtabilmek. Ama isterseniz devrimci mücadeleye aktif olarak, katılmadan önceki hayatından, daha sonraya da taşıdığı bu dönemdeki özelliklerinden başlayalım. Devrimci mücadeleye katılmadan önceki yaşamını özetleyebilir misiniz?
- Kronolojik olarak söylemek gerekirse, 1950 yılının 15 Nisan'ında Yerköy'ün Köycü köyünde doğdu. İlk ve Orta eğitimini, sonradan taşındıkları Yerköy'de tamamlıyor. Parasız yatılı olarak Tokat İlköğretmen okulunda devam ettirdiği eğitimini, İzmir Yüksek Öğretmen Okulu'nda okuduğu bir yıldan sonra, İstanbul Fen Fakültesi, Matematik-Astronomi bölümü ikinci sınıfında noktalıyor. Her zaman başarılı bir öğrenci oluyor. Ailesinin yanında ise, onların işlerine katılıyor, bakkal işletmeciliği, babasının kamyonunda ise muavinlik yapıyor.
Sorunuza bağlı olarak şunları belirteyim. Aile bağlarının güçlü olduğu bir ortamda yetişmiş, annesi, dedesi ve diğerlerinden gördüğü engin sevgi ve hoşgörü ortamı, O'nun sonraki yaşamına taşıdığı belirgin özelliklerden oluyor. Gene büyük aile içinde hep saygı uyandırıyor. Kendisine karşı güven duyulmuş biri oluyor. İrfan insana değer vermeyi, her ortamda eğitici olmayı, fedakarlığı, alçakgönüllülüğü, çalışkanlığı, aile içindeki yaşamından kazanıyor.
Aile içinde çok acıya tanık oluyor, özellikle annesinin süregiden hastalığı O'nu hastalıktan, acıdan ürkek kılıyor. İnsanların acılarına, hastalıklarına sevinçleri kadar duyarlı hale geliyor. Yukarıda saydıklarım yanında bu yanı da çocukluğundan, devrimci yaşamına taşıdığı özelliklerdendir.
Ailenin özellikleri itibariyle güçlü bir dini eğitim gördüğü gibi, yüksek öğrenime kadar güçlü dini inançlarını koruyor. Aynı zamada [sic] dedesinin katkılarıyla ciddi bir halk kültürü birikimine sahipti. Halk hikayelerini, masalları, fıkraları vb. den oluşan geniş bir repertuarı vardı. Size, yol kenarındaki taşların bile öyküsünü anlatabilirdi. İçerdiği zengin sohbet özelliği de buradan edinmişti.
EB- O'nu devrimci mücadeleye çeken başlıca faktörler neydi? Ve bunlar gelişmesini nasıl etkiledi?
- Ailesi orta halli köylü-kentli bir yapıda. Ekonomik yoksulluk yaşamıyor, ama hep acıya, yoksulluğa, baskıya tanık oluyor.
Bir önceki sorunuza yanıtta, O'nun devrimci olmadan kazandığı kişisel özelliklerini saydım. Özetlersek; insanı sevmenin, değer vermenin, saygı duymanın seçkin bir örneği bu insan, aynı zamanda, en yakınlarının da şahsında somutlaştırdığı acıları dindirme gibi bir özelliğe sahip. Yüksek Öğrenim zamanında devrimci düşünceyle, Marksizm-Leninizle [sic] yüzyüze gelince, dünyayı ve sorunları, acıları, nedenleri ve çözüm yollarıyla bütünlüklü kavrama olanağına kavuşmuş oluyor. Bu kavrayış, O'nu, dünyayı değiştirme eylemine itici olmuştur. O andan itibaren de hiçbir çıkar gözetmeden, sürmekte olan işçi-öğrenci genel halk devrimci mücadelesinin çekici etkisiyle birlikte, kararlı bir şekilde savaşıma atılmıştır. Ve bir daha da, başka bir yaşam tarzı ne düşündü, ne de önüne çıkan burjuva nimetlerden yararlandı. Önüne serilen bütün olanakları elinin tersiyle itmekten çekinmedi. Bu nedenle de, işin başında daha, bu gelişmeye karşı duran ailesinden ilk kopuşu gerçekleştirdi. 24 saat devrim ve sosyalizm için savaşmayı seçtiğinden, öğrenimini de noktaladı.
EB- Bu dönemdeki devrimci çalışması konusunda neler biliyorsunuz? Profesyonel devrimci çalışmaya ne zaman katıldı? Bu dönemde özellikle öne çıkan özellikleri konusunda neler diyebilirsiniz?
- Önce bir öğrenci olarak, '68'lerin devrimci kabarış ortamında gençliğin anti-faşist, anti-emperyalist mücadelesinde yer aldı. Demokratik üniversite kavgasının bir sıra neferi oldu. Savaşım '70'e doğru yürürken, bir Dev-Genç üyesi olarak, ilk başlarda, gençlik içinde en etkin olan THKP-C sempatizanı olmuş: sonra PDA'nın gençlik içinde militan bir kadrosu tarafından PDA'ya kazanılmış. PDA'ya geçişi, O'nun, profesyonel devrimci yaşamının da başlangıcı. Tabii ben bu kesitin doğrudan tanığı değilim. Kendisinin, yakın çalışma arkadaşlarının anlattıklarından, 12 Mart döneminin dava dosyalarından öğrendiklerime dayanarak anlatmaya çalışıyorum.
Savaşımın bir sıra neferi olarak çalıştığı o günlerde, bir kavga arkadaşının anlattığına göre, gene verilen her işe koşan, çok çalışkan, çok fedakar, alçakgönüllü biri. Her zaman eylemlerin içinde... Eylemler dışında, bir çok devrimci genç, zamanını kahvelerde vb. gevezeliklerle öldürürken, O, toplantılarda, seminerlerde can kulağıyla tartışmaları dinleyen, notlar alan, söylenenleri irdeleyen teorik eğitimini gerçekleştirmeye yönelen biri oluyor.
PDA saflarında, devrimin temel sorunlarıyla, Marksizm-Leninizmi öğrenmeye daha köklü yöneliyor. Daktilo yazmak gibi, teknik beceriler kazanıyor. Eylemlerdeki özellikleri, O'nun Filistin'e askeri bir kadro olarak yetişmesi için gönderilmesini sağlıyor. Orada da başarılı bir öğrenci. Nitekim, katıldığı siyonistlere karşı savaş içindeki devre kursunu (hatırladığım kadarıyla) başarılı bitiren iki kişiden biri.
Gene belgelere göre, Filistin dönüşü, İbrahim KAYPAKKAYA önderliğinde, Marksist-Leninist muhalefetin PDA'dan kopuşunun yaklaştığı günler. Oportūnist önderliğin engelleme çabalarına rağmen, durumdan haberdar olmasıyla birlikte, muhalefetin saflarında yer alıyor. TKP/ML-TİKKO'nun ilk kurucu militanlarından ve üyelerinden biri olarak çalışıyor. Bir süre sonra örgütün örgütlenme çalışmalarında yer almak için gittiği, Mardin'de Mart 73'te yakalanıyor.
EB- İrfan Çelik'in, Filistin kamplarında eğitim gördüğünü, aynı zamanda burada siyonistlere karşı da mücadele ettiğini söylediniz. Buradaki askeri eğilimin mücadelenin, insan ve yaşamında özel bir yeri olmalı. Buraya ilişkin aktarabileceğiniz önemli bir anısı var mı?
- Evet, Filistin devresinin O'nun Üzerinde çok yoğun etkileri vardı. Sohbetlerimizde, orada yaşadıklarından kesitleri sık sık dinlerdim. Şöyle ki, Lübnan'da Filistin'li ve diğer uluslardan özgürlük savaşçılarıyla omuz omuza olmak, O'nun enternasyonalist bilinç ve duygularının gelişmesinde çok önemli bir rol oynamış; Filistin halkının haklı davası, yüreğinde ve bilincinde silinmez bir yer edinmişti. Sonraki süreçte, Filistin savaşının çok yakın bir takipçisi oldu. 76 Telzaatar direnişi sürerken hiç abartmasız, sanki orada yaşıyordu; direnişin bütün şiddetini, yüceliğini, coşkusunu hissediyordu. Nasıl yardım edebileceği sorusuna yanıt arıyordu.
Orada, yalnızca askeri eğitim görmemiş, savaşın acımasızlığını, düşmanla göğüs göğüse çarpışmanın büyük bir soğukkanlılık, kararlılık ve esneklik gerektirdiğni de öğrenmişti.
Olayın bu yanını yaklaşık şöyle dile getiriyordu:
"Eğitimler çok katı disiplin altında oluyordu, çok amansızdı. Eğitim sırasında, komutan sürekli mermi sıkıyordu. En ufak hatamız, ölüm demekti. İlk önce bu, bana çok acımasız geldi. Fakat, gördüm ki, savaş anında atik, esnek ve gözünü kırpmayan biri olmak gerekli. Eğitim, millitanlara [sic] inanç ve kararlılıktan sonra, bunu sağlıyor."
EB- İbrahim Kaypakkaya'ya PDA tarafından düzenlenmek istenen bir komplo var. İrfan'ın varlığının bu komployu bozduğu söyleniyor. Bunu açıklayabilir misiniz?
- TİİKP dava dosyasında, Halil Berktay'ın el yazması bir mektup var. Bu mektuba göre, İ. Kaypakkaya'nın muhalefetini bastırmak için, O'nu tutuklamak ve sonra gerekirse öldürmek planlanıyor.
Hatırladığım kadarıyla; tartışmak niyetiyle gelen İbrahim Kaypakkaya, tutuklama gerçekleşmeden önce, "Çapa'lı bir arkadaşım vardı, Çakır. O'nunla görüşmek istiyorum" diyor. Böylece komplocular, baltayı taşa vurduklarını anlıyor. İ. Kaypakkaya'nın sözünü ettiği Çakır, O'nu tutsak etmekle görevlendirdikleri, İrfan Çelik'tir. Çünkü, bunun üzerine, panik içerisinde komplo planı bozuluyor.
Sonraki yıllarda İrfan, olayı şöyle anlatmıştı: "Hizipçi yıkıcı bir adam var. O'nu sana teslim edeceğiz. Bu esiri tutacaksın, gerekirsye [sic] öldüreceksin dediler. Filistin'den yeni gelmiştim. Örgüt içindeki gelişmelerden habersizdim, verilen görevi tartışmadım bile. Hazırlıklarımı yaptıktan sonra bir süre bekledim fakat bizim esir bir türlü gelmedi. Sorduğumda gerek kalmadı, dediler. Esirin İbrahim yoldaş olduğunu sonradan öğrendim."
EB- 12 Mart bir karabulut gibi çöktü. Aynı zamanda bu zorlu bir sınav dönemiydi. İrfan bütün canlılığıyla yaşadı bu dönemi. Bildiğiniz kadarıyla nasıl bir sınav verdi?
- Önceden söylediğim gibi, bu sürecin canlı tanığı değilim. Doğrusu şu ki, 12 Mart olduğunda henüz, devrimci mücadeleyle, devrimci düşünceyle karşılaşmamış bir lise öğrencisiydim. Kısa süre sonra yüksek okulda yüzyüze geldiysem de, 12 Mart'ın da, zorlu bir sınavdan geçtiğimizin de bilincinde değildim. Dolayısıyla İrfan'ın bu devredeki tutumu -öğrendiğim kadarıyla- sonraki süreçte kazandığım bilinç ışığında yargılayabilirim.
Bir eylem adamı olarak O, bence bu zorlu dönemin ilk sınavını, yükseliş döneminin parlaklıklarına kapılarak mücadeleye girmiş. geçici yol arkadaşlarından olmadığını kanıtlayarak vermişti. Dönemin sayısız parlak devrimcileri sapır sapır dökülüp, okullarına, sıcak yuvalarına dönerken, O, sessiz, gösterişsiz, üniversitenin daimi silahlı muhafızlarından, sıradan militan, yeni koşullarda illegal devrimci örgüt yaşamını seçmişti. Bütün enerjisiyle, seçiminin gereklerine de uygun davranmıştı.
İkinci sınavını, PDA içindeki ideolojik-örgütsel ayrışmada M-L safları seçmesiyle, devrim ve sosyalizm yolunda yürüme kararlılığını göstererek vermişti.
EB- 12 Mart darbesiyle birlikte zindanlar tıka basa dolduruldu. Zindanlar önemli bir mücadele alanı durumuna gelmişlerdi. Bu dönemdeki cezaevi mücadelesi hakkında bilgi verebilir misiniz?
- İsterseniz sorunuza, zindan öncesi işkence ve sonrasındaki mahkeme dönemini de katarak yanıt vereyim.
Mardin'de bir evin basılmasıyla kısa bir çatışmadan sonra yakalanıyor. Mardin'de işkence görüp görmediğini şimdi hatırlamıyorum. Ama görmemesinin olanaklı olmadığını kestirebiliriz. O'da [sic] diğer TKP/ML-TIKKO davası sanıkları gibi, Diyarbakır işkencehanelerine getirilmiş, günler süren boyutlu işkencelerden geçirilmiştir O zaman Diyarbakır'da 7. Kolordu'nun yönetiminde sıkıyönetim yürürlüktedir. Bildiğiniz gibi, aynı dönemde, İbrahim Kaypakkaya'da [sic] Diyarbakır işkencehanelerinde. İki mücadele yoldaşı bir kez daha aynı havayı teneffüs ederek, aynı cellatların sorgu ve işkencelerine maruz kalıyorlar. Ve tıpkı İbrahim gibi, İrfan'ında iğrenç işkenceler karşısında tutumu; "Ser verip sır vermemek" oluyor. İrfan, İbrahim'den sonra, davanın işkencecilere en ufak bir örgüt sırrı vermeyen militanlarından biridir.
Cezaevi yaşamı için şunları söyleyebilirim. Diyarbakır, Davutpaşa ve en son Selimiye Kışlası cezaevlerinde kaldı. Önce niçin zindana düştüğünün bilincinde, mücadelenin başka bir alanında üstüne düşen devrimci görevlerini gerçekleştirmeye girişmiştir. Bitmez tükenmez bir enerjiyle dönekliğin, yılgınlığın, pasifizmin yaygınlaştığı o ortamda, devrimci sosyalist gibi yaşamaya en yakın çevresini de aynı çizgiye çekmeye harcamıştır. Bildiğim kadarıyla o günlerde, teorik eğitim çalışmaları, çeşitli konularda araştırma incelemeleri gerçekleştirirken, aynı zamanda her günkü ağır spor çalışmalarının da öğretmenlerinden birisiydi. Eğitici, toparlayıcılığı hep a alçakgönüllülüğü içinde gerçekleştirirken, diğer devrimcilere de unutulmaz olumlu örnekler sunmuştur.
Mahkemelerde, ilk olarak sade bir ataklık heyetin ya da savcının iddia ve tehditleri karşısında korkusuz tutumuyla dikkati çekiyordu. Ufak tefek vücudu ile duruşma aralarında oradan oraya koşuyor, sürekli birileriyle konuşuyor, bazen de yazıyordu. İlk araştırma-inceleme çalışmamı O'nun yol göstericiliğinde yapmıştım.
Mahkemede konan eylemlerde hep öne atılmıştır. Hatta bir kezinde bu nedenle "mahkemede isyan çıkarmak" suçu ile yargılanıp, ayrıca 20 ay cezaya mahkum olanlardan biriydi. Yargılama yaklaşık iki yıl sürdü, [sic] O, Marksist-Leninist olduğunu, bu nedenle de profesyonel bir devrimci gibi yaşayıp, çalıştığını açıkladı. Sonunda 16 yıl hüküm giydiyse de, yürürlüğe giren "af" yasasıyla, '75 yazında tahliye oldu.
EB- Dışarıya çıktıktan sonra nasıl davrandı? Bu yeni dönemde İrfan Çelik'in öne çıktığı söyleniyor. Bildiğiniz kadarıyla bu yeni dönemdeki rolünü açıklayabilir misiniz?
- Genellikle zindandan çıkan her devrimcinin aile çevresinden gördüğü baskı ve pazarlıkları O'da [sic] gördü. Önüne çok miktarda "nimet" serildi. Ama o bunları reddetti. İnançlarından vazgeçmek, inançlarının yol gösterdiği yaşam biçimini terketmek [sic] O'nun işi değildi.
"Af" kapsamı dışında kalan 20 aylık mahkumiyeti vardı. Aynı zamanda okulu terketmiş [sic], askere de gitmemişti. Mücadeleyi seçen biri olarak, bu durumda O, illegal yaşamayı tercih etti.
Yeni dönemdeki çalışmaları ve rolünü, ancak mensubu olduğu örgütün yayınladığı belgelerden öğrendiklerime göre anlatabilirim. Buna göre;
Zindandan, örgütün Koordinasyon Komitesi üyesi olarak çıkıyor. Dolayısıyla faaliyette de bu fonksiyonuna uygun yeralıyor [sic].
'73'lerden itibaren Türkiye'de devrimci mücadele yeniden canlanmaya başladı. Devrimci örgütlerin faaliyetleri de buna paralel olarak, 12 Mart yenilgisinin yaralarını sararak canlanmaya başladı. İrfan bu sürece içerden ve '75 yazından itibaren de dışardan katıldı. O, kitle mücadelesinin canlanışı içinde, hızla gelişmeye başlayan örgüt yapısının daha da genişlemesi, niteliğinin geliştirilmesi için, bazı bölgelerdeki faaliyetin başında oldu.
'76 yılı, örgütün geçmişin hatalı teorik görüşleri, öngördüğü politik tezleri ve örgütsel anlayış ve politikalarıyla hesaplaşma yılı oldu. Hesaplaşma, diğer şeyler bir yana, ideolojik ve örgütsel ayrılığı getirdi. İrfan, burada geçmişin doğmatik, mekanik hatalarına karşı her üç alanda mücadelenin başında yer alanlardan biri oldu. Ama özellikle, örgütün mücadeleye çekilip, doğrulara kazanılması, doğmatizmin örgütsel yıkıcılığının püskürtülmesinde, en geniş örgüt kitlesinin kazanılmasında belirleyici rol oynadı. Aynı zamanda önderliğinde, doğru rotada, kararlılıkla ilerlemesinde özel bir rol oynadı. Eski bir mücadele arkadaşı sonradan "Çakırın [sic] güçlü iradesi ve ikna gücü olmasaydı, girdiğimiz yolda kararlılıkla yürüyemezdik" demişti.
Bölünme ardından, örgütün yeniden toparlanmasında, marksist-leninist örgüt modelinin yaratılmasında, örgüt çalışmasının bolşevikleştirilmesi çabasında O, gene başta geldi. Ki bu dönem, ülke iktisadında ve toplumsal yapısında kapitalizmin egemen olduğunun kavranmasına bağlı olarak, büyük sanayi kentlerinde, işçi sınıfı arasında çalışmaların yoğunlaşmaya yöneldiği, kitle çizgisinde doğmatik, sol anlayışların yıkıldığı; yığın savaşımını örgütleme perspektifiyle hareket edildiği dönemdi.
Doğmatizm aşılırken, 3 Dünya Teorisi'nin ürettiği sağcılığın etkisine girilmişti. '77 yazında 3 Dünya Teorisi'ne ve etkilerine karşı savaşıma, baharda cezaevine düşmesi nedeniyle geç girdi. [sic] ama, bu teorinin karşı devrimci özünü hemen kavrayarak, mücadeleye atıldı.
'77 ve '78 yıllarında birçok bölgede, kentte örgütsel çalışmaların yöneticiliğinde bulundu. Gerek örgüt yapısının sağlamlaştırılmasında, gerekse sağcılığın ve kendiliğindenciliğin etkilerine karşı savaşımda, amatörlüğün aşılıp profesyonelleşmede hem örgütü anlayışlar planında eğitti; hem de pratikte önderlik etti. İşçi sınıfı arasında çalışma perspektiflerinin geliştirilmesinde ilerletici oldu. Örgüt çalışmaları, önemli bir atılım ve canlılık içine girdi.
Bu devrede, örgüt içi mücadelede ele alınan sorunlara ideolojik önderlik görevlerine katıldı. Parti sorununda doğan ayrılıklardan dolayı, ortaya çıkan hizibin ezilmesinde tartışılmaz bir kararlı önderliği gerçekleştirdi. Örgüt iç mücadelesinde tüzük ilke ve kurallarının geliştirilmesi, anarşizme ve hizipçiliğe karşı yaptırım gücünün artırılmasında birinci derecede rol oynadı.
Yine belgelerden öğrendiğime göre; 1979 Nisan Konferansı, TKP/ML Hareketi'nin tarihinde gerçekleşen ilk konferanstı. Burada da ideolojik önderliğiyle, tartışmalı konularda ezici bir çoğunlukla görüş birliğinin oluşmasını sağladı. Burada da ilk kez seçimle işbaşına gelen Merkez Komitesi'ne, oybirliğiyle seçilmesi, tamı tamına örgütteki gerçek yerinin ifadesiydi. Merkez Komitesi'nin sekreteri olması da, O'nun gerçek rolüne uygundu. Ve ölene kadar da örgütün ideolojik-örgütsel önderliğinde en başta oldu.
Burada, belgelerin dışında taşarak kendi gözlemimi aktarmak istiyorum. İrfan Çelik, yıllarca örgütünün en küçük işinden, en tepedeki işine kadar koştururcasına çalıştı. Belgelerden de anlaşıldığı gibi, her zaman daha fazla pratiğin yüklerini omuzladı. Teori sorunlarıyla çoğu kez birinci planda uğraşamadı.
'80 yılı ise, daha çok örgütün ve genelin önünde duran teori sorunlarıyla uğraşmaya yöneldi. Kısa zamanda bu alanda, önemli bir birikime, iyi bir kavrayışa ve tahlil gücüne sahip olduğu açığa çıktı. Artık teori cephesinde derinliğine araştırma ve inceleme yaparak ürün verme olgunluğuna erişmişti. Ne var ki, bu alanda fazla bir ürün veremeden yakalandı ve ölümüyle bu bakımdan da TKP/ML Hareketi gibi, Türkiye devrimci hareketi de yetkin bir sosyalisti kaybetti. Bu alanda da, ilkelerde sağlam, Marksizm-Leninizme sadık bir önderin ciddi boşluğu doğdu.
EB- İrfan Çelik'in çok belirgin bir özelliği olarak alçak gönüllülüğünü, hoş görülü olmasını belirttiniz. Bu ayrı şeyi, kendisini tanıyan hemen herkes te [sic] söylüyor. Özellikle öğrenmek istediğim, farklı düşünceler, hatalar olduğunda nasıl davranıyordu?
- Sorunuzun yanıtı bir önceki bölümde bir yönüyle var. Hataların üstüne gitme özelliği vardı. Ama bunu son derece yapıcı bir tarzda, karşısındakinde ezilme duygusu yaratmadan yapardı. Öyle ki, gizli saklı tek bir duygu bile kalmamacasına, karşısındakini çözümlerdi. Sonrasında da, düzeltme yollarını olanaklı en geniş şekilde açıklar, öğretir ve sevkederdi [sic].
İdeolojik mücadelede de, belki istisnaları vardır, ama, bu çizgide hareket ederdi. Doğruları bulma ve buna insanları kazanma savaşıydı, O'nunki. O'nun tartışmalarında rekabet havası olmazdı, ve havaya girenleri de eritirdi. Gerçeklerin çarpıtılmasına, mücadelenin saptırılmasına karşı kararlı olurdu. İkelerden inandığı doğrulardan taviz vermezdi. Kuşkusuz, araştırma-incelemde [sic] yetersiz kaldığı konularda hatalara da düşerdi. Hatayı kavradığında da, büyük bir alçakgönüllülükle özeleştirisini verirdi.
Hatalara karşı mücadele anlarında, kendini aşmada zayıf kalanlara karşı, eski mücadele arkadaşlıkları uğruna, asla sessiz kalmazdı.
EB- En son Haziran 1980'de yakalandı. Yakalandığında yanında sizde vardınız. Yani burada O'na yapılanların ve bunlar karşısında İrfan'ın nasıl davrandığının canlı tanığısınız. Sizden dinlemek istiyorum bunları.
- Evet 25 Haziran'ın 26 Haziran'a döndüğü gece (1980) saat oniki [sic] sıralarında birlikte gözaltına alındık. Polisler etrafımızı çevirdiklerinde, o anki ilk gözlemim, oldukça soğukkanlı olmasıydı. Ve kısa sürede Gayrettepe'deki 1. Şube'de işkencehanelerine getirdiler. (Bizimle birlikte, tek suçları karşımızdaki koltuklarda oturmakta olan iki öğretmen bayanı da aynı muamelelerle getirmişlerdi. İki-Üç gün onları da gözaltında tuttular.) Hemen işkenceye başladılar ve kesintisiz 20 saat sürdü.
İrfan'a şube'de [sic] kaldığmız [sic] 13 günü [sic] ilk 5 gününde çok ağır işkence uyguladılar. En az on kişi birden O'nu aralarına alıp korkunç bir meydan dayağı atıyorlardı. Vücudunun her tarafından elektrik verdiler. Falaka çektiler sık sık. Su sıktılar, kalın sopalarla dövdüler, askıya aldılar. Bir kezinde de ilaç içirerek O'nu çözmeye uğraştılar. Şubeden çıkarken, işkenceyi zaman zaman attıkları meydan dayağı dışında kestikleri halde, kolları, ayakları, ayak parmakları mosmor ve kütük gibi şişti. Gene sırtı iyice morarmış, yara bere içindeydi. Vücudunun diğer yerlerindeki işkence izlerini ben göremedim. İşkenceyi beş gün sonra kestiklerini söylemiştim. Çünkü hiç bir yöntemle O'nu çözememişlerdi. O her seferinde, cellatlara "beni lime lime etseniz, size tek bir şey söylemeyeceğim" diye haykırıyordu. İşkencenin kesilmesi, cellatların çaresizlikleri, teslim olmaları demekti. Nitekim tek tek hepimize "sizi çözemeyeceğimizi anladık, ama nasıl olsa elimizdesiniz, en ufak bir ipucunda tekrar alırız" şeklinde açıklama yaptılar. 1. Şube'den Selimiye'ye sevk işlemleri için bekletildiğimiz de, uzun boylu sarışın ve yeşil gözlü bir işkenceci O'na "Ne olursan ol, kim olursan ol sana saygı duyuyorum" diyordu.
İşkencehanede kaldığı sürece, yalnızca kendisi direnmiyordu. Aynı zamada [sic] herkese direnme ruhu ve bilinci veriyor, yol gösteriyor; herkese moral kaynağı oluyordu.
Size işkence sürecinden bir iki an anlatmak isterim.
Bir kezinde, bana O'nun önünde gözlerim bağlı işkence yapıyorlar. İşkencenin dozu yoğunlaşınca, "işkenceyi kesin, konuşacağım" diyor. Tabii işkenceciler büyük bir sevinçle işkenceyi durduruyorlar. Yerde serili vaziyette iken, bir de sigara istiyor. Uzun uzun sigarasını içiyor. Bitirince, şöyle bir doğrulup "haydi başlayabilirsiniz, konuşmayacağım" diyor. Amacı, benim biraz olsun işkence görmemem. İşkenceciler ondan sonra beni bırakıp kudurmuşçasına kendisine saldırıyorlar.
Bir kezinde ilaç içirerek konuşturmayı denemişlerdi. O olayı şöyle anlatmıştı. "İlaç sözü ediyorlardı. Bunun için kendimi sıkı tutmaya karar [sic] çalışıyordum. İçirdikleri suda vardı sanırım. Büyük bir boşluğa düştüğümü anımsıyorum... «Arif, Arif, haydi kalk size gidecektik, mayolarımızı alıp denize gidecektik» gibi sözler duyuyorum, kesik kesik. Ama kendime gelemiyordum. Aniden yüreğimde korkunç bir sızı hissettim gibi geldi. O anda iyice kendime geldim. Ama uyanmamış numarasına başladım. Yaklaşık yarım saat onlar seslendi, ben de saçma sapan yanıtlarla dalga geçtim. Sonunda durumu anladılar, bir temiz dayakta [sic] ondan sonra yedim."
İrfan işkenceye direnişi sırasında her fırsatta işkenceyi, işkencecileri, kurulu sömürü ve zulüm düzenini etkili bir şekilde teşhir etti. Devrim ve sosyalizmi savundu. İşkencecilerin bilgiçlik taslamalarını boşa çıkardı. Onların sözleri üzerinden hepsini her tartışmada susturdu.
EB- Yeniden bir zindan yaşamı başlıyor. O'nun yabancısı olmadığı bir ortam...
- Evet, O'nun yeniden hem de üçüncü kez zindan yaşamı, 10 Temmuz '80 günü TCK'nın bir dizi maddesini ihlalden tutuklanmamızla başladı.
Önce, eğer izin verirseniz bu tutuklamanın öyküsünü anlatmak isterim.
Şubeden çıkarken polis ifadelerimiz her hangi bir 'suç'u içermiyordu. Polisin kanıtladığı her hangi bir iddia olmadığı gibi asılsız herhangi bir iddiayı da kabul etmemiştik. Şubede bize, bir kaç gün önce gerçekleşen MHP'li ailenin öldürülmesi dahil çok sayıda eylem yüklenmeye çalışılmıştı. Olaylarla ilgili tanıklar bize yönelik bir teşhiste bulunmadıkları halde, polis fezlekesi bu olayların faili olduğumuz iddiasındaydı. Aynı zamanda fezlekede bizlerin birer militan olduğumuz halde, bunu kanıtlayacak şekilde çözülmediğimiz söyleniyordu.
Bize yükleyebilecekleri tek şey, sahte kimlik taşımak olması gerekirken, yukarıda saydığım eylemlerde adam öldürmek, adam yaralamak, silah taşımak, örgüt üyesi, yöneticisi olmak vb. Savcılıkta sorgulandık. İfadelerimizi alan askeri savcı, deniz yüzbaşısı Erdoğan Savaşeri, suratımıza pis pis sırıtarak, ayrı ayrı bizlere; "sizlerin bu eylemlerle ilginiz olmadığı açık, ama örgüt militanı olduğunuzu biliyoruz, gerçeği araştıracağız" demişti.
Çıkarıldığımız askeri mahkemede de aynı tutumu biraz daha yumuşatarak, "evladım bu iddialar yanlış mı, bilmiyoruz, sizi tutuklamak zorundayız" diyerek, önceden sıkıyönetim-polis işbirliğiyle alınmış kararı tutanaklara geçirdi.
Tutuklama, burjuva yargı sisteminin iğrenç yüzünü, sıkıyönetim mahkemelerinin emir-komuta zinciri içinde çalışarak "adalet" dağıttığını kanıtlıyordu.
Zindan devresine gelince:
İrfan, 12 Eylül'e en yakın zaman diliminde tutuklandığında, Davutpaşa askeri cezaevine kondu. Cezaevinin başında kendi deyimiyle, "itten bitten bile sorumlu" eli bir çok devrimcinin kanına bulaşmış binbaşı Adnan Özbey vardı. Bu adam 1. Ordu kurmaylarıyla elele [sic] zindanları gerçekte 12 Eylül'e hazırlıyordu. Terör ve şiddeti artırıyor; yasak ve kısıtlamaları yoğunlaştırıyor, buna karşı direnişi bastırmak için, her yolu deniyordu. Tutuklulara olduğu gibi, ailelere de ateş açtırmış, önce cezaevi koğuşlarını ateşe verdirmiş, sonra da tutukluları betonda ve demir ranzalara yatırmıştı.
O, diğer tutuklularla birlikte, zindanda insanca yaşayabilmek için, baskı ve şiddetin durdurulması, en azından geriletilmesi ve devrimci onurunu korumak için gözüpek bir mücadeleye girişmek gerektiğini kavradı. Hatalı, uzlaşmacı eğilim ve pratiklerle uzlaşmadan, o günleri yaşayanların belirttiğine göre, mücadelenin önderi olmuştu. Aynı zamanda cezaevlerindeki politik tutsakların resmi temsilcilerinden biri olduğum açıklanmıştı.
Yazdığı bir mektupta Adnan Özbey'in Önder konumunda gördüğü devrimcileri katletme planları yaptığını, kendisinin de her an öldürülebileceğini, buna hazırlıklı olmamı vurguluyordu.
Çok kişinin bildiği gibi, O'nun başında olduğu Davutpaşa direnişi, özellikle Ağustos '80'de, Mamak'la aynı zamanda başlattırılan terörü ve devrimcileri teslim alma operasyonunu, olayların sonradan daha iyi kanıtladığı gibi önemli bir ölçüde engellemişti. En son dokuz günlük açlık grevi, cezaevi yönetiminin terör ve işkencesi altında gerçekleşti. İrfan'da [sic] en çok ezilmeye, sindirilmeye ve olayların kanıtladığı gibi fırsatı doğarsa öldürülmeye çalışanlardan biriydi.
EB- 12 Eylül, İrfan Çelik'i zindanda yakaladı. Bu sıra sizde [sic] cezaevindeydiniz. 12 Eylül'den iki gün sonra da öldüğü, intihar ettiği açıklandı. Bu konuda mutlaka söylecekleriniz [sic] olmalı.
- Olayı açıklayan savcı Erdoğan Savaşeri, oldukça sıkıntılı bir ifadeyle, katliamı, sorumluluklarını örtbas edici bir savunmaya girişti. Sözle yürüttüğümüz bir kavga geçti aramızda.
Savcı Savaşeri, daha sorgusunda O'na, "seni yeniden şubeye gönderirdim, ama iş işten geçti, 15 günde örgütün tedbirini almıştır" diye tehdit etmiş, işlediği suçlayıcı ifadeyi almaya çalışmış, İrfan'ın her yanında ağır işkence izleri olmasına rağmen rapor almak ve soruşturma isteğini reddetmiş; sözü edilen eylemlerle ilgimiz olmadığına kesin kanaat getirdiği halde, bile isteği [sic], bizim adam öldürme vb. eylemlerine katılmış olduğumuz iddiasında bulunarak, tutuklanmamızı talep etmişti. Yalnızca bu kadar değil, sonraki aylarda, hakkımızda tanık teşhisleri yaratmak için komplo düzenlemişti. Şimdi de İrfan'ın katliam komplosuna mutlaka o da dahildi.
Savca [sic], şimdi de İrfan'ın gördüğü işkenceleri, maruz kaldığı baskı ve terörü son iki günde gördüklerini, sorgulamayı, Davutpaşa'da yaşananları özellikle gizledi. Savcının tek dayanağı H. Karakuş gibi devrimci bir tanığa sahip olmaktı. Ben gerçekleri sonraki süreçte bir bir öğrendim.
Öyle bir durum vardı ki, bir yanda cezaevi müdürü, diğer yanda savcı beni ikna etmeye çalışıyorlar, devreye tutuklularla arası "iyi" başka bir subay giriyor; telefonda 1. Ordu komutanı Necdet Üruğ, gelişmeleri denetliyor, olay karşısında aldığım tutumu öğrenmeye çalışıyordu. Müthiş bir suçluluk -tabii, Savşeri [sic] pişkinliğe vurmaya çalışıyordu- psikolojisi içinde, soruşturma için ailemle görüşmek için ne istiyorsan kabul ediyorlar. Morga gitme isteğimi tartışmasız kabul ediyorlar. Tutumlarının tümü, açık bir şekilde, sessiz ve olaysız, sorunun bir an önce kapanması isteğini yansıtıyordu.
Bütün bu tartışmalar üç-dört saatlik bir zaman aldı. Yalan söyledikleri, her birinin birer katil olduğu, bir senaryo düzenledikleri benim için açıktı. Ve onlardan öğreneceğim fazla bir şey yoktu.
EB- Olay sizi ilk anda nasıl etkiledi? İlk düşünceleriniz nelerdi?
- Olay, o zaman beklediğim, hazır olduğum ama gerçekleşmesini hiç mi hiç istemediğim çok acı bir olaydı. İlk anda müthiş bir acı duydum. Çok sevgili varlığı bir daha göremeyeceğim gerçeğinin yakıcılığı, yani ölümün karşısında insanoğlunun çaresizliği; faşizme, katliamı gerçekleştirenlere, düzene ve düzenin tüm kurumlarına karşı büyük bir kin ve nefret; zulmün ve sömürünün son bulmasına, devrime ve sosyalizme özlemi ilk duygularım bunlar oldu. Ki, bu duygularım sonrasında da hiç silinmedi.
Olay hakkında ilk düşüncelerimde; intihar iddiasına hiç inanmadım. O'nun, zaten kendisinin de beklediği gibi, ayrıntılarını şimdilik bilmediğim bir şekilde katledildiği idi.
EB- İntihar eylemini nasıl görüyorsunuz? Hele de İ. Çelik gibi yılların deneylerini taşıyan, birçok olumlu sınav vermiş birinin intiharını nasıl değerlendiriyorsunuz? bu [sic] olaydan çıkardığınız sonuç ne?
- Anlatması çok zor bir sorun. Dediğiniz gibi, yılların mücadele adamının bir dizi deneyi taşıyan, şahsında toplayabilmiş bir sosyalistin intiharını açıklamak sorumluluk isteyen bir şey. Öyle de olsa, gerçeği bilimsel bir cesaretle bulmak ve açıklamak da devrimci bir görev.
Dolayısıyla intihar olayının hangi koşullarda, hangi nedenlerle gerçekleşmiş olacağını irdelemek en doğrusu.
Olayın nedenlerini yaşadığı koşullarda, Davutpaşa'da yaşadığı son günlerde aramak gerek. Faşizmin estirdiği saldırı ve baskı rüzgarında aramak gerek.
Bb. Adnan Özbey, daha önce de değindiğim gibi, -diğerlerini bir tarafa bırakarak konuşuyorum- O'nu yoketmenin [sic] türlü biçimlerini birden uygulamaya soktu. İşkence, zulüm, yıldırma, görüşçülerini kullanma vs. vb. yöntemlerini sistemlice uyguladı. Dokuz günlük açlık grevinden sonra Davutpaşa'ya İstanbul Barosu heyet göndermişti.
Heyette o zamanki avukatı, Sadık Akıncılar da varmış. S. Akıncılar'ın darbeden bir kaç gün önce, gördükleri hakkında bana anlattıklarından, cezaevi yönetiminin bir provakasyon [sic] peşinde olduğu anlaşılıyordu.
Davutpaşa'da O her fırsatta işkence altında sorguya çekilmiş; örgütü hakkında bilgi vermeye zorlanmıştı. 12 Eylül'le birlikte bütün cezaevlerinde kurulan sorgu-işkence tezgahları en başta Davutpaşa'da kurulmuştu. Tezgahın başında da orada yaşamış ve sorguya çekilmiş tutukluların açıkladıkları gibi, Adnan Özbey vardı ki, aynı şahıs Metris'te müdürken de, personel şefiyken de sorgu timi başı gibiydi. Yani, İrfan 12 Eylül'le birlikte de özel olarak cezaevi yönetimince hedef alınıyor.
H. Karakuş'un açıkladığına göre, (bana savcılıkta yaptığımız görüşmede aktardı.) o günkü sorguda, kendisine, "eşini de işkenceye aldık, şu anda elimizde" demişler. Örgütü ve cezaevi olayları hakkında, askeri kişilerce sorgulandığını açıklamış. Bu da O'nun benim adım da kullanılarak ağır bir baskı, tehdit altında olduğunu gösteriyor.
Sonradan bu bilgiyi, savcıya aktardığımda, telaşla, "benim bilgim yok, 1. Ordu Komutanlığı bilir" demişti.
Bir noktayı vurgulamak istiyorum. 12 Mart deneyini yaşanan devrimciler de, genel olarak, yeni bir darbe halinde, faşizmi, devrimci mücadeleninin kadrolarını büyük ölçüde yok edeceği yargısı vardı. Ki, bu yargı yoketmenin [sic] biçimleri tahminleri aşarak değişse de, genel olarak doğrulandı.
Ortamın tablosu için, benim kişisel iki gözlemimi de eklemek istiyorum. Kararlılık ve irade örneği olan İrfan, polisin ani saldırı ihtimali doğduğunda, bir ölçüde panikçi davranırdı. Örneğin saldırıyı abartma, tedbirlerde aşırıya kaçmak şeklinde bu kendini gösterirdi. Bu benim O'nda gördüğüm zayıf bir yandı.
Diğeri ise, insan sevgisi, insana karşı duyarlılık, bu çok güzel erdem, O'nu bazan [sic] duygusal kılardı. Örneğin, şubede benim biraz olsun işkence görmemi önlemek için, polisi oyalama taktiğine başvurması gibi. Bu tutum, bir hataydı. O'nun buradan yola çıkarak, çözüleceğine en ufak bir ihtimal vermiyorum. Ama, gene de polise duygusallığını belli etmişti ve bu onların eline verilmiş bir kozdu. Nitekim, benimde [sic]13 Eylül'de işkence de olduğum blöfünü yapmışlar kendisine. Blöfe inanmış olduğu çıkıyor, Hüseyin'e açıklamasından. Acılar çekiyor olmam, ve blöfün "O'nu çözdük" gibi bir devamı -ki bu olabilir- İrfan'ı ürkütmüş olabilir.
Tablosunu vermeye çalıştığım ortam, muhtemelen O'nu, bir anlık paniğe itti. Çözülebilirim, örgüte zarar verebilirim şüphesine kapıldı. Örgüte, dolayısıyla davaya zarar vermektense, -ve nasıl olsa kendisini öldürecekleri yargısına da sahip- ölümü tercih etti. O günlerde bu yargıya sahip olduklarını birlikte kaldığı Hikmet Şenses'de [sic] açıklamıştı. Vücudu ağır işkencelerle harap, bitkin; her an kendini kontrolü altında tutamadığını tespit etmiş olabilir.
Şundan bu yorumu çıkarıyorum. Babam, Adli Tıp görevlileriyle görüştüğünde, kendisine, "bu vücut zaten ölmüş, ister kendini asmış, isterse 'asılmış' olsun, bu haliyle fazla yaşamazdı" diyorlar.
Tabii işin bir de teknik yanı var. Bir çok insandan bilgi toplamaya çalıştım. 13 Eylül'ü 14 Eylül'le bağlayan gece cezaevinde neler olduğuna dair çeşitli bilgiler var. Bazıları diyor ki, biz geceler [sic] sabaha kadar nöbet tutuyorduk. Çünkü her an baskınlar oluyor, işkenceye tutuklular alınıyordu. O gece 5. Koğuşa kimse çıkmadı. Kimse çıkarılsaydı görürdük, duyardık filan...
Kimisi, hayır o gece bir çok insan işkenceye götürüldü, 5. koğuşun görülmemesi de olanaklı değil. 5. Koğuşa açılan başka bir kapı var.
Tavana yarım geçen kalorifer boruları, kısa boylu birinin ip sallandırmasının zorluğu, H. Karakuş'un nasıl olup ta [sic] yattığı, koğuşun kapısı önünde önemli bir uğraşı gerektiren asılma sürecinde hiç gürültü duyup kalkmaması vb. sorular çok, tabii. Herbirinin [sic] aksi kanıtlanmış değil.
Ben dava dosyasını, dosyadaki ifadeleri, otopsi raporunu savcılıkta inceledim. Çeşitli iddiaları çelişkileriyle çözümlemeye çalıştım. Giderek kuşkularım asıl olarak, kendisinin intiharı tercih ettiği noktasında toplandı. Bu kuşkumu, yukarıda tanımladığım ortam güçlendirdi. Bir de, o gece içtiği bir pakete yakın sigaranın izmaritlerinin toplandığı kül tablasında kıymık, kıymık olmuş kağıt parçaları kuşku uyandırmıştı. Kağıtların savcı tarafından kültablasından [sic] toplandığı açıklandı. İkişer üçer harflik parçacıkları inceleme süreci kısa tutulduğu için bir araya getirmem olanaklı olmadı. Okuyabildiğim iki sözcük, "Adnan", "faşist"di. El yazması O'nundu. Muhtemelen bir açıklama yazmış, sonra da vazgeçmiş ve yırtmıştı diye yorumluyorum.
Benim için, şu her zaman bir soru olarak kalacak, "ölmeye karar veren" bu insan, yaptıklarının hesabını vermekte son derece alçakgönüllü ve sorumluydu. Ölmeyi uygun bulduysa niçin, devrimcilere, uğruna savaştığı proletarya ve emekçilere, yoldaşlarına, ya da bana açık net bir açıklama bırakmadı? Hayatım boyunca, bu sorunun ağırlığını hissedeceğim. Zira dediğim gibi, eğer kendisi ölmeye karar verseydi, mutlaka bunun sorumluluğunu duyar, neden ve niçinlerle bizi karanlığa gömmezdi.
Hüseyin Karakuş, Hüseyin Yurtsever. Hasan Erkol, M.Ali... (TİKB davasından) ve şimdi isimlerini hatırlayamadığım çok sayıda kişi, O'nun 12 Eylül ve 13 Eylül günleri, Adnan Özbey komutasında, Emir..., Şevket Uyar yüzbaşılar ve diğer personelce işkenceye tanıktılar. H. Karakuş, İrfan'la 13 Eylül akşamında 5. Koğuş'ta birlikte kalıyor. Hem 14 Eylül günü verdiği ifade de [sic], hem de Ekim '80'de, kendisiyle savcılıkta görüştüğümde kendisinin de İrfan'ın da gördüğü işkenceleri anlatmıştı.
Bana göre bir dizi işkencenin yanında su dolu bir mahsende [sic] bekletiyorlar; insan cesetleri gösteriyorlar ve kendisine, ertesi sabaha (14 Eylül) kadar süre tanıyorlar. Sonradan H. Karakuş yargılandığı mahkemede, verdiği sorguda İrfan'ın intiharına yol açan ortamı ve gördüğü işkenceleri ayrıntılı anlatıyor. Son olarak, YENİ DEMOKRASİ'nin 5. sayısında, işkenceleri genişçe kamuoyuna duyuruyor.
Kısaca O'nu etkileyen ortamın belirgin özelliklerinin başında, sistemli bir işkenceye uğratılması; her fırsatta örgütü ve cezaevi direnişi hakkında sorguya çekilmesi yatıyor.
Adnan Özbey ve Y. Kızılçam adlı Üsteğmen 12 Eylül operasyonu için ifadelerinde "... İsyan elebaşısı olduğu için İrfan Çelik'i ve .... ilk önce tecrite [sic] aldık" diyor. (Adnan Özbey'in ifadesini, savcı Savaşeri'nin hazırladığı dosyada okudum. Yanımdaki bir kağıda ifadeyi yazmıştım. Metris'te bir aramada elkondu [sic]. Sonradan Avukatım Kemal Keleşoğlu ifadeyi almak istediğinde, Sıkıyönetim Adli Müşavirliği, ifadeyi vermedi ve hasıraltı etti.)
Az önce biraz eksik bıraktım galiba. İrfan'ın ölümünde aydınlanmamış bir çok şey var. Dava dosyasının açılıp ilgili kişi ve kurumların, açık özellikle gizli belgeleri, tanıkları ortaya çıkması gerek. İntihar yorumu, kişi olarak benim de olaydan uzunca bir süre sonra verdiğim, mevcut bilgi ve belgeler üzerinden, en büyük olasılıktır. Ustaca bir komplo ile öldürülüp sonra da intihar süsü verilmiş olabileceği olasılığını da gündemden kaldırmış değilim, kaldırmak ta [sic] olası değildir. Ama, bugün için, bu aydınlanabilmiş değildir. Biçimi ne olursa olsun, İrfan'ın ölümü alçakça bir katliamdır.
İzin verirseniz bu konuda, bir noktaya da açıklık getirmek istiyorum. Karşıdevrimciler cephesi başından itibaren, İrfan'ın intihar ettiğini söyleseler de, olyadan [sic] sonra da, bu günde [sic], sorunun herhangi bir yerde gündeme gelmesini hiç istemediler, gündeme gelme koşullarını hep önlemeye çalıştılar; özenle bu soruna muhatap olmaktan kaçındılar. Ki, bu tutumları, oldukça dikkat çekicidir. Olayın uygulama alanında baş sorumlusu, o zamanki Bb. Adnan Özbey, çeşitli görüşmelerde tutukluların bu konudaki soru ve suçlamalarının karşısında tam bir suçlu gibi kaçmıştır. Buna tanık olarak, Hikmet Şenses'i (o zaman Davutpaşa'da), Mualla Akkurt ve Gönül Yumurtacı'yı (Metris'te) verebilirim.
Öte yandan özellikle siyasi polisin (1.şubede) ağzıyla da, bu işi 5. koğuşta son gün birlikte kaldığı Hüseyin Karakuş'un yaptığı iddiasında bulundular. Daha doğrusu, bu iddiayı gündemde tutmaya çalıştılar. Mesela, 1982 Ocak ayında Metris'ten, 1. şubeye işkenceye alındığımda da, tahliye olduğumda da, aynı polisler, bu iddialarını bana karşı savunmaya çalıştılar. Hatta düzmece iddialarını bana kabul ettirmek için, tahliye olduğunda 1. şubede fişleme işleri için bekletilirken dayak attılar, hakaret ettiler.
Baştan bu yana anlattığım ağır koşullarda, çok değerli bir devrimci sosyalist olan İrfan Çelik, intihar etmekle, ağır bir hata işledi. Ama, altını özenle çiziyorum, soylu bir davranış göstermiştir. O'nun yaşamına son vermesi, hatalı bir biçim de olsa, örgütü ve hayatını adadığı devrim davasına karşı, bilinçli bir fedakarlıktır. Hata diyorum çünkü, bir devrimci sosyalist, sınıf düşmanıyla çarpışmayı, düşmana inat bir gün daha fazla yaşayarak sürdürmelidir. Büyük bir fedakarlıktır diyorum, her şey bir yana, yaşamı çok seven, yaşamı en basit olayında bile anlamlı bulan ve anlamlı kılmayı başaran bir insan ölmeye karar veriyor. Eminim ki, o kararı verdiğinde de çok cesur ve kararlıydı, en doğru yolun o olduğuna karar verdiği için, imkansız görünen asılmayı büyük bir kararlılık ve cesaretle gerçekleştirmiştir. Bir şeye karar verdiğinde, onun kararlılığı ve cesareti hiç bir engel engel tanımazdı.
Soyluydu diyorum, çünkü, uğruna kendini adadığı bütün değerleri, zor bir anda da kendi canından, yaşamından üstün tuttu. 12 Mart'a girmeye gerek yok, 12 Eylül'ün karanlıklarının doğrudan tanıklarıyız. Öyle önderler gördük ki, kendi canlarını kurtarmak için karşı devrime teslim oldular. Sefil bir hayatı, ölmeye yeğlediler. Şemsi Özkan'da [sic] önderdi, -sonrasını tartışma dışına çıkararak konuşuyorum- kendi canını, karısını çocuğunu vb. kurtarmak için, bir günde dört can yoldaşını, polise katlettirdi. Adını sayamayacağım kadar "lider" kadro, ölümü göze alamadıkları için -intihar etmeliydiler demiyorum- örgütlerinin çökmesini sağladılar; polisin katliamlarına doğrudan destek oldular.
Böylesi bir dönemde, devrimci sosyalist önderin, davaya zarar verebilirim kaygusuyla [sic] canına kıymış olması, nereden bakarsak bakalım, ölümü göze almanın bir biçimi, tepeden tırnağa soylu bir tavırdır.
EB- Türkiye devrimci hareketi intihar olayını nasıl değerlendirdi? Sizce doğru bir tutum takınabildi mi?
- Bu noktada şöyle ya da böyle bir genelleme yapacak durumda değilim. Ancak tanık olduğum, duyduğum kadarıyla şu tutum takınıldı. Yaklaşık bir yıl, İrfan'ın intihar ettiği görüşü, çok sınırlı çevrelerde kaldı. Herkes faşizmin katliamını lanetledi. İntihar düşüncesi yaygınlaşınca, devrimciler; ipi boynuna geçiren İrfan olsa da bunun faşizmin bir katliamı olduğu gerçeğini görmediler. O'nun bu davranışının altındaki soylu duyguyu, ölüme, O'nun durumunda bir önder kadronun karar vermesinin anlamını ve önemini yeterince bilince çıkaramadılar. Örneğin, intihar ettiğini düşündükleri İrfan Çelik'i ölüm yıldönümünde anmadılar. Bu yaklaşımlar, Türkiye devrimci hareketinin geriliğini, toplumsal kimi olayların mantığını yakalamakta zayıf kaldıklarını gösteriyor.
Tabii orada öğrendiğim kadarıyla, sözde teşhir etme tavrı takınanlar da olmuş. Bunlar aslında, işkencede berbat çözülüşlerini gizlemeye çalışanlardır. Zindanlarda teslimiyet çizgisi izleyenlerdir.
Asıl üzerinde durmak istediğim, O'nun kendi yoldaşlarının tutumudur. Ki, diğer devrimcilerin hatalı yaklaşımlarını sürdürmelerine, bu hareketin tutumu yardımda bulunmuştur.
Zira TKP/ML Hareketi, İrfan'ın sık sık dediği gibi, "ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" misali bir tutumla, olayın açıklığa kavuşması için gerekli girişkenlik ve bilimsel cesareti gösterememiştir. Sorunu çözümlemek için zamanında araştırma-soruşturma yapmamıştır. Ve gerçeği bugünkü verilerin gerçeğini teslim etmede çok gecikmiştir. Öyle olunca da, uzun süre kafaların bulanık kalmasına, sakat yaklaşımların spekülasyonlarına olanak tanımıştır. Proletarya ve emekçilerin sorunu zamanında kavramaları sağlanamamıştır. Yaşamını adadığı devrim ve sosyalizm kavgasının, yaşadığı devrede önderlerinden, hem de çok değerli erdemlerine sahip önderini, olumlu özellikleriyle, yeni güçlere taşıyıp anısını yaşatımamışlardır [sic] bir dönem.
EB- Peki gördüğü işkenceler ve intihara yol açan gelişmenin sorumluları hakkında herhangi bir işlem yapıldı mi?
- Hayır, tek bir soruşturma açılmış değil. Tek bir yargılama yapılmış değil. Bu konuda benim ve avukatımın bütün başvuruları resmi olarak yanıtsız bırakıldı. Gayri resmi olarak ise, "bu işin peşini bırakın, bir komünist öldü diye subaylarımızı mahkemeye çıkarıp yargılamayız" diye tehdit edildik. Bu tehdit, babama ve Avukatıma karşı bizzat yapıldı.
Hepimiz biliyoruz, 12 Eylül döneminde bir yığın devrimci işkencehanelerde katledildi; bugüne kadar cesedi bile bulunamayanlar var. Bunların içinde çok çok azı hakkında çok az soruşturma, yargılamaya kadar yükseldi. Ve çok azında katiller, göstermelik cezalara çarptırıldılar.
Sözünü ettiğim tehdit, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na bağlı askeri savcılardan Albay Hanefi Öncel, Yzbş. Erdoğan Savaşeri tarafından dolaylı ya da dolaysız yapıldı.
İrfan 14 Eylül 1980'de öldü. Aynı gün otopsi, olayın başlıca sorumluları ve başta savcı Erdoğan Savaşeri gözetiminde yapılmış. Otopsi raporu, işkence izlerini açıkça tespit ettiği halde, (örneğin, çeşitli yerlerde ekimoz, beyin kesitinde noktavi kanamalar, ciğerlerin kesitinde köpük gibi) aynı savcı, bu izler neden olmuş deyip, herhangi bir işlem yapmadı. Rapor yalnızca Adli Tıp Kurulu'nca imzalanmış. Oysa ki, bir de Adli Tıp Meclisi'nce incelenip, gerekirse otopsinin yenilenmesi gerekiyor.
Aynı savcı, benim eşim katledildiği iddiam hakkında hiç bir girişimde bulunmadı. Aynı zat, olayla ilgili ilk yaptığı soruşturmada, cezaevi müdürü verdiği ifadede "... İrfan'ı ...operasyonla tecrite [sic] aldık" dediği halde, operasyonu nasıl gerçekleştirdiniz diye bir soru yöneltmiyor. Son iki buçuk ayını Davutpaşa Cezaevi'nde geçirmiş birinin vücudundaki dayak, işkence izleri (ki, bunların dıştan bakınca da görülen yara izleri, bıyıklarının yolunmuş olması vb. gibi görülenleri de var) nerede nasıl oldu, diye bir soru sormuyor.
Demek ki, savcılık, cezaevi yönetimi, en azından 1. Ordu Komutanlığı -ki buna MGK'de dahildir görüşündeyim- el birliğiyle, olayı bir an önce örtbas etmek, işkencelerin sorumlularının yasal işlem görmemesi için işbirliği yapmaktadırlar. Bu işbirliği sonraki süreçte de devam etti.
Bugün, aynı sorumlular rahat köşelerinde suçları ve sorumlulukları örtbas edilmiş olarak oturuyorlar. 12 Eylül'ün bütün eylemleriyle birlikte siyasal cinayetleri de yargılanmalıdır. Bunlardan biri olarak, İrfan Çelik'in ölümüne yol açan gelişmeler ve sorumluları yargılanmalıdır.
EB- İrfan Çelik'in tam bir tanımlamasını yapar mısınız desem neler söyleyebilirsiniz?
- İrfan, dışardan baktığınızda Nihat Behram'ın dediği gibi, sıradan bir halk çocuğu sanırdınız. Davranışlarını biraz gözlemleyince, gösterişten uzak, alçakgönüllü, sevecen, herkese karşı saygılı ve sevecen, insanları incitmekten özenle kaçınan, çok uyumlu, zeki, pratik becerisi gelişkin biri olduğnu [sic] hemen kavrardınız. Tanıma sürecini olayların içine doğru uzattığınızda, sorunları, olayları iyi bir kavrayışa, çözümleme gücüne sahip olduğunu; kavradığı öğrendiği şeyleri dışındakilere taşımada, eğitmede çok canlı, çok yetenekli olduğunu; farklı fikirlerle karşılaştığında sabır ve sebatla gerçekleştiren güçlü bir ikna gücüne sahip olduğunu farkederdiniz [sic]. Hataların karşısında öyle bir yumuşak uzlaşmazlığı vardı ki, en berbat küçükburjuva [sic] bireyci özellikleri taşıyanlar bile kendilerini, O'nun karşısında özeleştiri yapmaktan kurtaramazdı. Zorluklarla, engellerle uzlaşmak, O'ndan genel olarak çok uzaktı. Yapılması zor işleri, ne eder eder, ama mutlaka gerçekleştirirdi. Çok yaratıcıydı, insiyatifliydi, çözücü, yapıcı ve ilerleticiydi. Aile çevremizden, devrimci çevresine kadar, çoğu kişi, dertlerini, sorunlarını O'na açar, önerilerini alır, çözüm getirmesini isterlerdi. O'nunla birlikte olmak, hemen herkese müthiş bir zevk, mutluluk, çalışmalarında şevk verirdi. Yakın çevresinde anlaşmazlıklara düştüğü insan sayısı, benim bildiğim ya üçtür, ya da dört. O kadar çok işe koşturur, o kadar çok çalışır ve öyle şevk saçan gönüllülük gösterirdi ki, gene Nihat Behram gibi, o küçücük gövdede kocaman bir yürek taşıdığını teslim ederdiniz. Bilmem, İrfan'ı tam tamına olmasa da derli toplu anlatabildim mi?
İzin verirseniz, buna biraz da, daha özel yanlarını ekleyeyim.
İrfan, insana özgü tüm duyguları, olayları da tıpkı devrimci çalışmalarında olduğu gibi, coşkuyla ve dolu dolu yaşadı. Acı kadar sevinci de, dostluk kadar sevdası da, birliktelik kadar hasretlikleri de aynı duyarlılıkla, aynı coşkuyla yaşadı, çevresine de aynı coşkuyla taşıdı.
Açıkçası, O'nunla yaşamak, O'nunla çalışmak, aynı idealleri ve aynı duyguları paylaşmak, hatta sigara tüttürüp türkü dinlemek müthiş bir şeydi. Ölümü de, o ölçüde, tüm sevenleri, yakınları ve yoldaşları için müthiş bir acı oldu; bu büyük bir kayıp, müthiş bir boşluk yarattı.
EB- Açıklamalarınız için teşekkür ederim.
- Ben teşekkür ederim. Bana, seçkin bir devrimci sosyalist olan İ. Çelik'i anlatma, faşizmin önemli bir siyasi cinayetini kamuoyunda açıklama fırsatı verdiniz.

Kaynak: "Mukaddes ÇELİK'le Röpartaj: İRFAN ÇELİK'İN ÖLÜMÜNE YOL AÇAN SORUMLULARDAN HESAP SORULSUN" [sic]. Emeğin Bayrağı. Ekim 1988. Yıl: 1. Sayı: 8. Sayfalar: 46-52.