25 Ağustos 2023 Cuma

BELGE-RÖPORTAJ | Mehmet Düzen yoldaşın kardeşi Kenan Düzen'le röportaj (2004?)

 SUNUŞ

Mehmet Düzen yoldaşın kardeşi Kenan Düzen ile yoldaş hakkında yapılan bir röportajı yayınlıyoruz. Röportaj, yapılma tarihi notu düşülmese de, hareketin yayınlarında 2004 yılında yayınlanmıştır. Daha önceden yayınlanmış olmasına rağmen, Mehmet Düzen yoldaş hakkındaki bazı bilgi hatalarının halen daha devam etmesi yüzünden, bu yayının bu hataları düzeltmeye vesile olmasını diliyoruz.

Röportaja ve diğer kaynaklara göre[1] yoldaşın hayatı şöyledir:

Mehmet Düzen yoldaş (kaynak: PŞTA).

Mehmet Düzen yoldaş,[2] Dersim, Ovacık, Çöğürlük köyünde 5 Şubat 1961 tarihinde doğdu. Ailesi ilerici, yurtsever bir aileydi. Küçük yaştan tipik bir köylü çocuğu gibi üretimde yer aldı. İlk ve ortaokulu (yine ilk defa devrimci düşüncelerle tanışacağı) Ovacık Yatılı Bölge Okulu'nda, liseyi Tunceli Öğretmen Okulu'nda okudu, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'ni kazansa da gerek yoksulluk, gerek devrimci mücadeleye atılım kararı yüzünden gitmedi. 1976-1977 yıllarında Adana'da Kültoprak Fabrikası'nda işçi olarak çalıştı.

Profesyonel faaliyete geçince kırdaki seyyar birimlere 1980'de katıldı. 12 Eylül ile birlikte aranır duruma düştü. Mazgirt başta olmak üzere birçok yörede TİKKO saflarında faaliyet yürüttü. Mazgirt Örs'te bir düğüne yapılan ziyarette bir niteliksiz unsurun ihbarı sonucu Peri karakolu jandarmalarının geldiğini fark ettiklerinde gerillalar köyü terk etti, lakin bu sefer de ters taraftan gelen Muhundu karakolu askerleriyle karşılaştılar. İki ateş arasında kalan gerillalar içinde Mehmet Düzen yoldaş şehit düştü, birisi yaralı kalan ikisi sağ olmak üzere üç kişi de düşmanın eline geçti.

Mehmet Düzen yoldaşın ardından komünist önder İsmail Bulut yoldaş, Kızılkale ağıdını yazdı:[3]

Komünist önder İsmail Bulut yoldaş (kaynak: İşçi-Köylü Kurtuluşu. Haziran 1992. Özel Sayı. Sayfa: 1.)

Yıkılasın Kızılkale,
Yüreğimde acı yare.
Damla damla kan yutarsın,
Yıkılasın Kızılkale!

Adına layık olmadın,
Yiğitleri korumadın.
Hani nerede kudretin?
Yıkılasın Kızılkale!

Partizanlar haykırıyor,
Kızılkale sarsılıyor,
Mehmet yoldaş can veriyor,
Yıkılasın Kızılkale!

Bakın hele şu Düzen'e,
Adalet denir mi buna?
Şahinî'yim sizden yana,
Yıkılasın Kızılkale!

Yiğit Partizan Mehmet Düzen yoldaş ölümsüzdür.

İbo'dan Demirdağ'a – Tarihimizden Öğreniyoruz
2023.08.26.

[1] "Mehmet Düzel". İşçi-Köylü Kurtuluşu. Ocak 1984. Özel Sayı. Sayfa: 61.
[2] Bu yoldaşın ismi bazen, bilhassa erken dönem yayınlarda "Düzel" diye geçer. Doğrusu, Düzen'dir. Bu tarz hatalı bir ifade için bkz: agy.
[3] agy.; not: imla değiştirildi.
Yine kendi sesinden şöyle bir çeşitlemesi de mevcuttur:

Yıkılasın Kızılkale, 
Yüreğimizde acı yare.
Damla damla kan yutarsın,
Yıkılasın Kızılkale, faşist cunta!

Adına layık olmadın,
Yiğitleri saramadın,
Hani nerde kudretin? 
Yıkılasın Kızılkale, faşist cunta'

TİKKO'cular haykırıyor,
Faşist cunta sarsılıyor!
Mehmet yoldaş can veriyor,
Yıkılasın Kızılkale, faşist cunta!

Faşist cunta peşin sıra,
Aldın sen onurlu yara,
Yüz binlerce Mehmet sıra!..
Yıkılasın Kızılkale, faşist cunta!

Hele bakın şu Mehmet'e,
Adalet denir mi buna?
Şahinî'yem sizden yana, 
Yıkılasın Kızıkale, faşist cunta!


***

“Şehit ailesiyim demek, düşüncelerini sahiplenmekle olur”

5 Şubat 1981'de Dersim Mazgirt'in Örs köyünde TKP/ML TİKKO gerillaları ile TC ordusu arasında çıkan çatışmada şehit düşen Mehmet Düzen'in kardeşi Kenan Düzen ile yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz.

- Bize Mehmet Düzen'i anlatır mısınız? Ailesi, çocukluğu, büyüdüğü ortam nasıldı?
- Abim Mehmet Düzen, Dersim OvacIk'ın Çöğürlük köyünde doğdu. 1961'in, 5 Şubat Perşembe günü doğdu, çok ilginç bir durumdur ki, 5 Şubat Perşembe günü 1981'de de vuruldu. Tam yirmi yaşındaydı. Okul hayatı Ovacık Yatılı Bölge Okulu'nda geçti. İlkokul ve ortaokulu yani sekiz yılı orada geçirdi. Daha sonra Öğretmen Okulu'na girerek orayı bitirdi.

- Peki, kişilik özellikleri nasıldı? Hangi özellikleri ön plana çıkıyordu?
- Çok sessiz ve sakin, yardımsever birisi olarak tanınırdı. Köyde herkes –Babamın adı da Mehmet– "Memetgilin [sic] oğlu" derlerdi. "Kimseye zararı olmayan, çok saygılı terbiyeli birisiydi". Saygı, onun çok üzerinde durduğu bir kavramdı. Köyde olsun, gittiği yerlerde olsun kendinden büyüklerle ve yaşlılarla çok iyi ilişkisi olmuştur. 

- Devrimci düşüncelerle nasıl tanıştı? Örgütlü faaliyete ne zaman başladı, bunları biliyor musunuz?
- Devrimci düşüncelerle tanışıklığı Yatılı Bölge Okulu'nda oldu. Yatılı Okulu bitirdikten sonra, Tunceli Öğretmen Okulu'nu kazandı, oraya gitti. Orada zaten tamamen siyasi faaliyet içine girmişti. Örgütlenmesi orada oldu yani. Zaten okulu bitirdikten sonra tamamen örgütlü faaliyetin içinde yer aldı aktif biri olarak.

- Gerillaya katılması ne zaman oldu? Gerillaya katıldıktan sonra görüşebiliyor muydunuz?
- Öğretmen Okulu'nu bitirdi, eve gelmedi sonrasında katıldı hemen. Senede bir defa köye gelip giderdi. Görev yeri Mazgirt bölgesiydi, bunun yanısıra [sic] Çukurova, Elazığ, Diyarbakır, Malatya gibi yerlere gidip geldiğini duyuyorduk orada görenlerden.

- Peki en son ne zaman görüşmüştünüz?
- Zaten uzun süre beraber kalamadık biz onunla. En son bir yıl öncesinde görmüştüm yani 1980 yılında. Karakoçan'da çıkan bir çatışmada, Orhan Bakır'ın şehit düştüğü çatışmada yaralanmıştı. Ordan [sic] gelmişti köye, yaralıydı. Bacağından yarası vardı. Çatışmayı anlatırken Orhan Bakır'ın sayesinde kurtulduğunu söylemişti. Orhan Bakır ona uzaklaşmasını, kendisinin kalacağını, sonra çemberi yarıp çıkabileceğini söylemiş. Mehmet bölgede yeni olduğu için araziyi bilmiyormuş, Orhan Bakır araziyi tanıdığı için kalmış ve sonrasında şehit düşmüş. Mehmet yeni katılmıştı o zaman gerillaya.

- Gerillaya katılması aile içinde, köylülerce nasıl karşılandı?
- Nasıl karşılansın, zaten köylüler diyorlardı "bu aile köylüleri devrimcileştiriyor" diye. Ailesi de onun gibi düşünüyordu zaten. Sadece Mehmet değildi yani aile içinde devrimci düşünceleri savunan. Babam 1971'lerde aktif olarak mücadelenin içinde yer alıyordu. Biz ilkokula gidiyorduk o zaman. Babam sabahlara kadar kitap okuyordu, geliştiriyordu kendisini.

- Babasından da bir etkilenmesinin olduğunu söyleyebiliriz o halde.
- Tabi [sic] olabilir böyle bir etkilenme. Şöyle bir örnek vereyim, o dönem biz hepimiz kendimize devrimci diyorduk ama 12 Eylül'ün o zor koşullarında babam bizden daha iyi destek oluyordu devrimcilere. Belki biraz korkuyorduk biz. Mehmet'in şehit düşmesinden sonra, evlat acısıdır sonuçta, hiç kimse evladının öyle olmasını istemezdi. Her babanın yaptığı bir tepki verdi yani.

- Onunla ilgili aranızda geçen herhangi bir anı var mı bizimle paylaşmak istediğiniz?
- Şöyle; onunla küçüklüğümüz beraber geçti. Beraber davara gider, beraber ot biçerdik. İki yaş vardı aramızda. Ailenin en büyüğü oydu, ondan sonra ben. Beraber işe gittiğimizde güneşe karşı dayanıklı değildi pek, ot biçtiğimizde o hep gölgelere kaçardı. Ben de kızdırıyordum onu "Ben çalışıyorum, sen kaçıyorsun, güneşten korkuyorsun" derdim ona. Kızarıp duruyordu o da. Amcamın kızı vardı bizimle beraber çalışan. "Sana dayımın kızını getireceğiz" diye kızdırıyorduk Mehmet'i. Biz kızdırıyorduk, oda kızıyordu. Beraber büyüdük, beraber yaşadık. Babam o dönemde inşaatlarda çalışıyordu çocuklar küçüktü. Biz ikimiz bakıyorduk eve.
Ekonomik olarak oldukça güç şartlardaydık. 1976-1977 yıllarında Adana'da çalıştı bir süre Mehmet, Kültoprak Fabrikası'nda

- Şehit düştüğünü nasıl haber aldınız?
- Ben o zaman lisede okuyordum. 5 Şubat günü halamlarda oturmuş, televizyonda haberleri izliyorduk. Mazgirt'in Örs köyünde çıkan çatışmada ölenlerin arasında söylediler adını. Şehit düştüğünü böyle öğrendik.

- Ailesi ve köylüler nasıl karşıladı şehit düşmesini?
- Şehit düştüğünü öğrenince gittik, cenazesini aldık getirdik. Kışın zor şartlarına rağmen, büyük bir kitle katıldı cenazesine. 12 Eylül'ün ilk şehidiydi. 12 Eylül'ün baskı dolu koşullarına rağmen çok büyük bir kitle katılarak sahiplenmişlerdi cenazesini. Faaliyet alanı olan Mazgirt'te halkın hepsi tanır Mehmet'i. "Poto" olarak bilinir. Bugün Mazgirt'in hangi köyünde onu sorarsanız herkes tanır ve çok sevilen sayılan birisidir bölgede. Gerillada olduğu süre içinde "Poto" geldi denildi mi kucak açıyordu insanlar. Bunlar anlatılıyordu. Mesela biz halen Mazgirtlilerle bir araya gelip konuştuğumuzda onun benim abim olduğunu söylediğimde saygı gösteriyorlar. Çok seviliyordu gerçekten. Köyde de çok sevilen biriydi.

- Okul hayatında nasıl bir öğrenciydi?
- Başarılıydı. Ankara Fen Fakültesi'ni kazandı gitmedi. Babam "tarlayı satarım seni okuturum" dedi gitmedi. "Benim için satmayın" demişti babama. İkincilikle kazanmıştı ama yoksulluktan kaynaklı devam etmedi. Siyasi olarak da çok birikimli birisiydi. Sürekli tartışmalara katılırdı.

- Peki gazetemiz aracılığıyla diğer şehit ailelerine ve okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
- Şehit ailesi olmaktan ziyade, önemli olan o düşünceleri sürdürmektir. Önemli olan budur. "şehit ailesiyim" deyip ona sığınmak önemli değil, düşüncelerini sahiplenmek önemli. Bu insanlar belli şeyleri kavramış, inanmış ve belli bir inanç uğruna gitmiştir gerçekten şehit düşmüştür, ama bir ailesi daha farklıdır. "Ben şehit ailesiyim" diyorsa onun düşüncelerine sahip çıkmalıdır.

- Teşekkür ediyoruz.

- "“Şehit ailesiyim demek, düşüncelerini sahiplenmekle olur”". Yeni Demokrasi Yolunda İşçi-Köylü [Yurtdışı baskısı]. 31 Ocak-13 Şubat 2004. Yıl: 2. Sayı: 2004-3 [27]. Sayfa: 24.
Not: İmla ve yazım hataları korunmuştur.

10 Ağustos 2023 Perşembe

ŞİİR | "Sıra neferlerine" (1979-1980?)

 SUNUŞ

Çeşitli defalar yayınlarda çeşitli halleriyle çıkan bir şiiri, burada bulabildiğimiz en eski iki baskısını temel alarak yayınlıyoruz. İleride edinebileceğimiz başka bilgiler-versiyonlar olursa, onları da ekleyeceğiz.

İlk baskısında başlıksız, ikinci baskısında "Sıra neferlerine" başlığıyla çıkan şiir, yiğit Partizanlar Mustafa Sarıtaş ve Şenol Özyurt yoldaşlar için yazılmıştı.

Halk savaşçısı Mustafa Sarıtaş yoldaş.

Halk savaşçısı Şenol Özyurt yoldaş

Mustafa Sarıtaş yoldaş, 1960 yılında doğduğu Muş-Varto-Taşçı'dan, 1966 Varto depremi sonrası ailesiyle birlikte İzmit-Derince'ye göçtü. Babası kendisi küçük yaştayken ölmüştü, bu yüzden küçük yaşta çalışmaya başladı. Yine lisede İK yoldaşın fikirleriyle tanışmıştı. İşçi sınıfı içerisindeki faaliyetinde İstanbul, İzmit, Ankara, Eskişehir gibi yerlerde faaliyet gösterdi. İzmit'te legal alanda İzmit TÖB-DER Gençlik Sorumlusu, illegal alanda ABK üyeliği yaptı. 1. Konferans sürecinde İzmit'te gelişen YHF hizbinde başta yerel hizipçi şeflerin dolduruşuyla katılsa da, sonrasında öz eleştiri temelli partiye döndü. Ankara'da illegalde semtler sorumluluğu yaptı.[1] Yine 1960 Aşkale doğumlu Şenol Özyurt yoldaş ise  devrimci faaliyetleri yüzünden faşist-feodal okul idaresinin okuldan atması ardından profesyonel faaliyete katıldı.[2]

Ölümsüz Marksist-Leninist, yılmaz Halk Savaşçısı Mehmet Zeki Şerit'in 2. ölüm yıldönümünde 18 Mayıs Mahallesi'nde yapılan gecede[3] Mustafa Sarıtaş yoldaş devrimci marşlar okudu. Özellikle "Yıkılası İstanbul" yorumu kitle üzerinde derin etki bıraktı.[4]

"Yıkılası İstanbul...
Kaç yiğidin kanı aktı döşünde?
Muharrem, Hüseyin, Cemil az mıydı?
Zeki'yi de yedin hemen peşinden, İstanbul..."

Gece sonrası yoldaşlar, çekildikleri Ankara Yenimahalle, Oğuzlar Sokak'taki 8 No'lu evde Mehmet Zeki Şerit'i anmak için bombalı pankart hazırlığına giriştiler. Pankartın yapımı sırasında bomba, erken infilak edince Mustafa Sarıtaş yoldaş ağır, Şenol Özyurt yoldaş görece daha hafif yaralandı. Yine bir başka yaralı Taner Başacar'dı.[5] Yoldaşların şehit düştüğü zannına kapılan evdeki arkadaşlar, bunun üzerine evi aceleyle boşaltıp terk ettiler.[6] Patlamanın olduğu eve gelen iki gece bekçisi, yerde yaralı şekilde yatan yiğit Marksist-Leninist Partizanlara ateş açıp onları şehit ettiler. Daha sonradan yapılan otopsilerinde Mustafa Sarıtaş yoldaşın kalbine yakın mesafeden 9 kurşun sıkıldığı, Şenol Özyurt yoldaşın ise sırtından kurşunlandığı ortaya çıkmıştı.[7] Geriye kalan pankarttaki yazı, yoldaşların kanının Zeki'nin kanıyla karıştığını gösteriyordu:

"M. Zeki Şerit ölümsüzdür
TKP-ML - TİKKO - TMLGB"

Ölü mü denir şimdi onlara?

***

Yoldaşların ölümü ardından yazılan bu şiirin net tarihini ve yazarını bilmiyoruz, lakin tarihi konusunda İKK'de geçen "MUSTAFA SARITAŞ ve can yoldaşı ŞENOL ÖZYURT yoldaşlar için ölümlerinden hemen sonra MAMAK cezaevinde yazılmış bir şiir" notundan[8] yola çıkarak 1979 sonu-1980 başı tahmininde bulunuyoruz. Yazarın Mustafa Sarıtaş'ı yakından tanıdığı, onu "ustam" diye isimlendirdiğinden belli oluyor. Yine Şenol Özyurt yoldaşa yapılan atıfların da azlığı, yoldaşı çok tanımadığı yorumuna kapı aralıyor.

Şiirdeki yazım-dizgi hatalarına dokunmadık ama şiirin arasına girdi yapmamak için "[sic]" de eklemedik (mesela, "Nasılda..." kısmındaki yazım hatası orijinaldeki halidir). Yine ilk baskıda başlık yokken ikincisinde oluşunun sebebini, yani ikinci baskıya konan başlığın orijinal başlık olup olmadığını bilmiyoruz. İki baskıdaki farklılıkları yansıtmak için ikisini de çıkış sırasına göre ekliyoruz. Daha eski bir yayın/bilgi bulabilmemiz halinde onu da ekleriz.

Şiirde "çok değildir" denen yer, büyük ihtimal İK yoldaşın "Devrim için her zaman ölecekler bulunur" şiirine atıftır. Yine "ateş ve barut yakamadı bayrağımız üzerindeki şiarı" kısmı, yapılan pankarta atıf olabilir. Belirtmeye gerek yok ki, "Şen ol"/"Sen ŞENOL" dediği kısımda, iki şehit yoldaşı bir kimlikte birleştiren bir anlam var.

Yiğit Partizanlar Mustafa Sarıtaş ve Şenol Özyurt yoldaşların ölümsüz anılarına saygıyla.

İbo'dan Demirdağ'a – Tarihimizden Öğreniyoruz
2023.08.10.

[1] 1) "Devrim şehitlerini anıyoruz!". İşçi-Köylü Kurtuluşu. [Kasım?] 1981. Sayı: 36. Sayfalar: 10-11.; 2) "Mustafa Sarıtaş". PŞTA.
[3] Bu gece hakkında Kemal Altınboğa şunu anlatıyor ("18 Mayıs Mahallesi: Ankara'da Bir Politik Mekânın İnşası (1977-1985)". Karataş, Zelal.; Karahan, Halit.; Yıldırım, Selda Turan. Yılmaz Yayınları/Onur Toplumsal Tarih ve Kültür Vakfı. 1. Baskı, Kasım 2019. Sayfa: 137.):

"(...) Yine başka etkinlik o dönemde düzenlenen hatırladığım, 1979 yılında Mehmet Zeki Şerit'i anma etkinliğiydi 24 Kasım'da. 1979'da, o gün oraya Doğan Başgel gelmişti, Doğan Başgel hem işte Mehmet Zeki'nin yaşamını anlatmıştı. Mehmet Zeki Şerit'in yaşamını ve mücadelesini anlatmıştı, onun üzerine konuşulmuştu. Hem türküler söylenmişti, "Yıkılası İstanbul" söylenmişti mesela."

[4] Yüksel Cihan'ın aktarımı (tarihsiz) şurada bulunabilir: "1979 | Mustafa Sarıtaş". babaerdogan.org.
[5] Gazetelerde bu isim farklı şekillerde çıkmıştır:
1) "Tamer Başacar" ("Ankara'daki patlamada ölen 2 genç TİKKO'cu çıktı". Milliyet. 26 Kasım 1979. Sayfa: 9.)
2) "Taner Başacan" ("Bombalı pankart hazırlarken patlama oldu: 2 TİKKO'cu öldü". Aydınlık. 26 Kasım 1979. Sayfa: 7.)
[6] Yüksel Cihan'ın aktarımı (tarihsiz), agy.
[7] "Devrim şehitlerini anıyoruz!". agy.
[8] agy. Sayfa: 11.

***

[1. versiyon]


MUSTAFA!.. Gök gözlü şahinim
     Can yoldaşım, Ustam
Ölümsüz Partizan Mustafa
Şen Ol
Halk Demokrasisinin bilinmez kahramanı
Nasılda sevmişiz sizi
Yüreğimizde kızıl bir sevda misali
Beni de yıkmış coşkun tutkular gibi
Çin'de, Kamboçya'da, Vietnam'da,
Balkanlar'da bir çetenin inadı
Boralı günde kor bir mermi ateşi gibi..
.....................................
Bugün iki can düştü ise eğer
Aydınlık geleceğin kızıl şafağında
Gökyüzünden kayan "sarı taş"lar gibi
İki can düştüyse eğer
     "Çok değildir"
Çünkü onlar, kavgalarla gelen
ölümlere gönül vermişlerdi
kucak açmışlardı, yaşamın onuru ölümlere
Hayat bitti sanılmasın
ONLAR......
Yeniden yeniden boy verecekler ezilen halkların fideliğinde............
Ateş ve barut yakamadı
bayrağımızın üzerindeki şiarı
"GERİLLALAR ÖLMEZ, YAŞASIN MÜCADELEMİZ"
kolay değil ey
Şarapnel parçaları öldüremedi beni
Bir daha sık paslı kurşununu
ey besili köpek
İşte yaşıyorum hala, sana ve efendilerine inat
Kolay değil ey
"Patlayan bomba" savaş ilanımızdı bizim
Aldatmayın kendinizi
Zulüm düzeninin Puşt muhafızları
Söküldü öfkemizin sınırındaki mayınlar
İşte parlıyor, patlayacak silahlarımız
Ağıt yakılmasın ölülerimize
Acılarını yüreğimize değil
Bilincimize gömelim
Matem yok şehitlerimize
Düğün sedasıyla, halaylarla anacağız onları
Kanla,
kara mavzer uğultusuyla yaşatacağız
anısını YOLDAŞLARIN
Patladı öfkemizin sınırındaki mayınlar
Dağlar selam dursun

Mamak Cezaevinden

Mücadele. Nisan 1980. Sayı: 43. Sayfa: 2.

***

[2. versiyon]


SIRA NEFERLERİNE

MUSTAFA'm
Can yoldaşım
Gök gözlü şahinim, ustam
Sen ŞENOL
Sen halk demokrasisi kavgamızın
Şerefle taçlanmış kahramanı
Bilinmez sıra neferi

Nasıl da sevmişiz sizi
Bendini yıkmış coşkun tutkular gibi
Yüreğimizde kızıl bir sevda misali
Çin'de, Kamboçya'da, Vietnam'da
Balkanlar'da bir çetenin inadı
Boralı günde koralı bir merminin ateşi gibi

Bugün iki can düştüyse eğer
Aydınlık geleceğin kızıl şafağında
Gökyüzünden kayan "SARITAŞ"lar gibi
İki can düştüyse bugün
"Çok değildir"
Çünkü onlar kavgalarla gelen ölümlere kucak açmışlardı
Gönül vermişlerdi hayatın onuru ölümlere.

"Devrim şehitlerini anıyoruz!". İşçi-Köylü Kurtuluşu. [Kasım?] 1981. Sayı: 36. Sayfa: 11.

1 Ekim 2022 Cumartesi

BELGE | Hasan Hakkı Erdoğan - Neden ve nasıl bir özeleştiri? (Ocak 1984)

SUNUŞ

Yiğit komünist Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş.

Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın, Amerikan emperyalizminin uşağı komprador patron-ağa devletinin zindanlarını kızıl direnme ruhuyla parçalayarak yıktığı tarihtir 30 Eylül 1984. Örnek ve önder komünist yoldaşımız Hasan Hakkı Erdoğan'ı anmak, onun samimi Marksist-Leninist fikirlerini, eserlerini yaşatmaktan geçer. Bu düşünceyle biz, yoldaşımızın yazdığı bir yazıyı burada sunuyoruz.

Yoldaş, bu yazıyı 2 No.'lu Bölge Komitesi (yani BABK) adına yazmıştır. Yazı, yoldaşımızın şehit düşüşü ardından. TKP (M-L) (bugünkü TKP/M-L)'nin merkezi kitle yayın organı İşçi-Köylü Kurtuluşu dergisinde yayınlanmıştır.[1] Yazıyı sunmak mahiyetinde, üstünde verilen yarım sayfalık yazıda, şu yazmaktaydı:[2]

PARTİ ŞEHİTLERİMİZİ ANMAK, ONLARIN UĞURLARINA CAN VERDİKLERİ PARTİYİ GÜÇLENDİRMEK DEMEKTİR!


Partimiz TKP/ML, kurulduğundan bugüne kadar, çok çetin mücadelelerden geçti. Zaman oldu, düşmana ağır darbeler vurdu, zaman oldu ağır darbeler aldı. Çok karmaşık süreçlerden, inişli çıkış yollardan geçerek, kurulduğundan bu yana, önemli mesafeler katetti [sic]. Başlarında önder yoldaş İBRAHİM'in olduğu bir avuç ML önder kadronun can bedeli bir mücadele içinde attıkları tohumlar filizlendi, yüzlerce, binlerce çiçek açtı. Bu çiçeklerin onlarcası tekrar toprağa tohum olarak düştüler.
Toprağa tohum olarak düşen onlarca komünist devrimciden biri de, bundan üç yıl önce, faşist cuntanın işkence tezgahlarında, aylarca süren en vahşi işkencelere karşı, dişe diş direnerek, Partimizin Kızıl Direnme ruhunu ve Ser verip, Sır vermeme geleneğini yaşatan, Parti Genel Sekreterimiz, Önder SÜLEYMAN CİHAN yoldaştır. SÜLEYMAN yoldaş, gerek düşmana karşı militan mücadelesiyle, gerekse oportünizme, revizyonizme karşı kararlı mücadelesiyle örnek ve önder bir komünistti. O, Partimizin kurucusu ve önderi İBRAHİM yoldaştan devraldığı kızıl bayrağı daha da yüceltti. En son nefesine kadar, ona leke sürülmemesi için canla, başla mücadele etti. Onu anmak demek, canını severek verdiği Partimizi her alanda güçlendirmek, önünde duran görevlere dört elle sarılmak demektir.
SÜLEYMAN yoldaşın yücelttiği kızıl direnme ruhunu, Partimize ve önderlerine yakışır bir kararlılıkla yaşatan H. HAKKI yoldaş, yaşamı boyuncada [sic], Partimizi her alanda güçlendirmek için çalıştı. O, Partinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar karşısında paniğe, yılgınlığa kapılmadan, cesaretle sorunların üzerine gitti.
Parti Merkez Komitemizin, Partinin önüne koyduğu görevlere dört elle sarılarak, bunları gerçekleştirmek için çok çalıştı. Bu çabasının bir ürünü olarak, Ocak 1984'de, içinde yer aldığı II No'lu BK'nın yayınladığı, "NEDEN VE NASIL BİR ÖZELEŞTİRİ" yazısını kaleme aldı. Parti tabanına, Partimizin bugün neden ve nasıl bir özeleştiri faaliyeti içinde olması gerektiğini, eğitici bir dille anlatmaya çalışan H. HAKKI yoldaşın çabasından öğrenmek, hepimizin görevidir. SÜLEYMAN CİHAN ve HASAN HAKKI ERDOĞAN yoldaşları saygıyla anarken, onları anmak demek, onların mücadelesinden öğrenmek şiarını kendimize rehber edinerek, bugün Partimizin ve tüm devrimcilerin önünde duran yenilgi döneminin tecrübelerini çıkarma görevinin bir halkası olarak HASAN HAKKI yoldaşın yazısını yayınlıyoruz.

Yoldaşımızın bu yazısı, doğru bir şekilde, Partimizin genel siyasi hattının (ki bu hat, 5 Temel Belge ve 11 İlke'ye dayanır) doğruluğu, stratejiyi uygulamada-anlamada eksiklikleri, doğru taktikleri yeterince yaratamama-uygulayamama, parti saflarındaki dogmatizm vb. sorunlara değinir. Yenilginin sorunlarını, genel olarak doğru hattımızdaki tali yanlarda arar.

Kuşkusuz yenilgide güçler dengesi meselesine değinilmemesi bir eksikliktir lakin mesele yenilgide Parti'nin ve tabanın sübjektif eksiklikleri olduğundan, bu durum anlaşılabilir. Özü ve genel yönelimi doğru olan bu yazı, bugün de günceldir.

Bu yazıyı, Kazım Çelik ve Hayrettin Bakış yoldaşlar için "2. MK 5. Toplantısı çizgisi mimarları"[3] diyen 2. MK'ci oportünizmin artığı Komün oportünistleri, işlerine geldiği kanısına kapılarak birkaç sene sonra bazı eksikler, ek ara başlıklar, alıntıların kaynakları dipnot olarak sona koyarak ve bir sunuş ekleyerek tekrardan yayınladılar.[4] Onlar, sunuş yazısında şöyle yazıyorlardı:[5]


"İşkencede katledilen Hasan Hakkı Erdoğan'ın 1984'te kaleme aldığı yazısını yayınlıyoruz. Dövüşürken şehit düşenleri anmanın temel biçimi, onları anlamak olmalıdır. Erdoğan'ın bu yazısı, İşçi Köylü Kurtuluşu'nun 1985 [sic] Eylül-Ekim tarihli 59. sayısında yayınlanmıştı. Partinin sonraki teori ve pratiğinin, bu yaklaşıma ne kadar uyggun [sic] olduğunu, okuyucularımız büyük bir titizlikle sorgulamalıdır."

Bunların sonraki teori ve pratiği peki ne olmuştur? Mesela yazıda açıkça Türkiye için yarı-feodal yarı-sömürge diyen Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın karşısında, bunlar hangi yolu tutmuştur? Hasan Hakkı Erdoğan yoldaş, öz eleştiriyi devrimci bir tarzda yenilenmek amacında bir araç olarak kullanıyordu. Bu baylarımız ise "TKP (M-L)'yi doğru çizgiye çekme" hamlelerini, öncelikle partiden kopup, "Devrimci Partizan" isimli bir hizip dergisi çıkararak yaptılar. Tamamen farklı bir sistem geliştirdikten sonra aniden "TKP (M-L) kanatlarına" (yani Partimize ve DABK ayrılıkçılarına) "birlik" önerdiler. SEY, devrim yolu, milli mesele vb. konularda (ki bunlar sadece bir kısmı, daha fazlası da var!) Partimiz dışına düşen baylarımızın teklifi, doğal olarak reddedildi. Geldikleri yer ortada.[6] Bütün bunlara rağmen şimdi bunlar, güya Partimizin şehidiyle Partimizi vurdular! Güya Partimizinki sahtekarlık, onların ki ise "mimar" sahiplenme! Tarih, Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşın kimin saflarında yer aldığını kanlı kızıl bir mermere kazımıştır, gerisi lâf-i guzâf...

Hasan Hakkı Erdoğan yoldaşımız ölümsüzdür. Anısı kızıl bir sancak olsun.


İbo'dan Demirdağ'a – Tarihimizden Öğreniyoruz
2022.10.01.

[1] "Neden ve nasıl bir özeleştiri?" (Ocak 1984). [TKP (M-L)] II No'lu B[ölge ]K[omitesi] [Erdoğan, Hasan Hakkı]. İşçi-Köylü Kurtuluşu. Eylül-Ekim 1984. Sayı: 59. Sayfalar: 8-12, 21.
[2] "Parti şehitlerimizi anmak, onların uğurlarına can verdikleri partiyi güçlendirmek demektir!". İşçi-Köylü Kurtuluşu. Eylül-Ekim 1984. Sayı: 59. Sayfa: 8.
[3] 2. MK 5. Toplantısı'nda tabii ki o dönem bütün MK üyelerinin sorumluluğu vardır. Kazım Çelik ve Hayrettin Bakış yoldaşlar bundan azade değildir. Lakin bu yoldaşlar, Türkiye'ye kapitalist, halk savaşına geçersiz vb. şeyleri asla söylemediler. Ayrıca unutulmamalıdır ki, "en dogmatik" diye yansıtmaya çalıştıkları Zeki Uygun yoldaş dahi, 11 İlke'nin yorumlanması meselesinde özgünlüklere sahipti, o yüzden tabii ki her yoldaşta 11 İlke'deki taktik-stratejik yönler meselesi değişebilir, değişmez olan 11 İlke'nin tartışmaya açıklamayacak şekilde 5 Temel Belge'nin özeti oluşudur! Bu baylar "11 İlke'yi, strateji ve taktik ayrımı meselesinde günümüz taktikleri açısından sorgulama" adına çıktıkları yolu, 11 İlke'yi red ve inkar sonucuyla noktaladılar.
Dahası, Kazım Çelik yoldaş, sonradan bu görüşlerini değiştirmiştir (2. MK'ci oportünistler bunu "Kazım Çelik'in kararsız-ikircikli yapısıyla" açıklıyorlar!). Partimizi, bu yoldaşlar hakkında sahtekarlık yapmakla suçlayanlar, nedense senelerce buna değinmeden, ancak seneler sonra anılarında bunu kendileri de kabul ettiler!
[4] "Bir parti şehidinin kaleminden: Neden ve nasıl bir özeleştiri?". [Erdoğan, Hasan Hakkı]. Komün. Eylül 1990. Yıl: 1. Sayı: 7. Sayfalar: 30-35.
[5] agy. Sayfa: 30.

***

NEDEN VE NASIL BİR ÖZELEŞTİRİ?


Yoldaşlar,

Partimiz, bugün çok önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Önümüzde, sınıf mücadelesine önderlik etmek amacıyla çözmek zorunda olduğumuz bir sorunlar yumağı mevcuttur. Şu açık bir gerçektir; ne objektif durum ne de subjektif [sic] durumumuz, sorunların hepsinin üstesinden gelebilmemiz için uygun değildir. Bundan dolayı, geleceğe hizmet etmesi açısından, diğer sorunların çözümünü kolaylaştırması açısından, bütün güçlerimizi üzerinde seferber edebileceğimiz bir halka tesbit [sic] etmek zorundayız. Yani, önümüzdeki sorunlar yumağını çözmek için nereden başlamalıyız. Kanımızca, bu halkayı doğru veya yanlış tesbit [sic] etmek, Partimizin geleceği açısından hayati bir öneme sahiptir. Çünkü; bu halkayı doğru tesbit [sic] edip, bundan işe başlamazsak, dört bir yana yumruk sallar, mevcut gücümüzü ve birikimimizi çarçur eder ve onu, Partimizin geleceği için maddi bir güç haline getiremeyiz. Aynı zamanda, sorunlar yumağı içerisinde boğulup gideriz. Birçok sorun, birçok çelişki ile karşı karşıya olan bütün komünist partilerinin, bu sorunları altetmede [sic], bu çelişkileri çözmedeki yöntemi budur.

Peki bizim için bu hayatı halka nedir? Bu soruya tartışmasız ve kesin bir dille, "Partimizin geçmişini doğru bir tarzda değerlendirip, hata ve zaaflardan doğru dersler çıkarıp, bu dersleri bilgi birikimi haline getirip onu gelecek için maddi bir güç haline getirmekti" diye cevap vermek, hiçte [sic] yanlış olmaz. Yani, çözümü için kavranması gereken esas halka özeleştiridir.


NEDEN ÖZELEŞTİRİ?


Yukarıda söylediklerimizin ışığı altında ele alırsak, "12 Eylül'le birlikte["] girdiğimiz yeni "dönem"de; devrimin yenilgisi, Partimizin, düşman saldırıları karşısında kitleleri yeni bir mevzide, farklı örgüt ve mücadele biçimleri, araçlarıyla bu saldırıya karşı harekete geçirememesi, bunun sonucu olarak kitlelerle bağlarımızın zayıflaması ve kopması, ağır örgütsel yaralar almamız[,] birçok kadronun, sınıf mücadelesinin en zor dönem ve alanlarda (ör: işkencede) Partimizin komünist çizgisine yaraşır bir tavır koymaması, bizi ve yığınları ister istemez "neden" diye düşünmeye sevk etti Daha dikkatli bir yaklaşım gösterince, bu "neden"in kapsamının bugünle sınırlı olmadığı, aynı zamanda geçmişle bağı içerisinde ele alınması gerektiği, giderekte [sic], daha açık bir tarzda ortaya çaktı [sic].

Geçmişte söylediklerimizi neden yerine getiremedik. Aldığımız bir dizi karar neden bir kağıt parçası olmaktan öteye gidip, hayata geçirilemedi. Gerilla savaşı neden başlatılamadı. Lenin yoldaş "Biz partiyi söyledikleri ile değil, yaptıklarıyla değerlendiririz." [der.] Halkımız şunu söyler; "ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." O halde, bizim teorimiz ile pratiğimiz arasındaki ayrılığın nedeni ne idi. Kendimizi Lenin'in ve halkımızın söylediklerine göre değerlendirirsek, nasıl bir sonuca varırız. Sorun bütün bu uzayıp giden nedenler zincirine yenisini ekleme sorunu değildir. Elbette bu nedenler önemlidir. Fakat bundan daha önemli olan birşey [sic] var. O da; bu nedenlere doğru cevaplar verebilmektir. Eğer bunu başarabilirsek, adına layık bir özeleştiri yapabilirsek, gelecekten umutla sözedebiliriz [sic]. Sınıf mücadelesine önderlik konusunda bir komünist partisinin üzerine düşen görevleri yerine getirebiliriz. Bunun tersi Partimizi ölüme götürür, bunalımını derinleştirir ve komünistleri, çok daha geri bir noktadan işe başlama zorunluluğu ile karşı karşıya bırakır. Bu da, Türkiye devrimi ve proletaryası için olmaması gereken bir kayıp olur. Öyle ise;


NASIL BİR ÖZELEŞTİRİ


Herşeyden [sic] önce, şu soruya cevap vermek zorundayız. Özeleştiriden ne anlıyoruz, nedir özeleştiri? Bu soruya doğru bir cevap veremezsek, özeleştirinin anlamını yeterince ve doğru kavrayamazsak, daha işin başında iken tökezleriz.

Özeleştiri bir karalama faaliyetimidir [sic]? Geçmişi inkarmıdır [sic]? Yanlış kararlanın yerine, doğru kararları geçirmekmidir [sic]? Sadece (yani bir karar değişikliğinden mi ibarettir?) bir mahkum etme veya aklama faaliyeti midir?

Bilindiği gibi, Partimiz, birçok kereler "özeleştiri" yaptı. Özellikle I. ve II. Konferansın özeleştirileri bunların en detaylılarıdır. Fakat, her seferinde bu özeleştiriler "sorun" yarattı. (Tabi burada bahsettiğimiz ileriye dönük sorunlar değil). Bu özeleştiriler ileri atılımlara yol açmalarının yanı sıra, önemli zaaflar ve eksiklikler taşıyor. But yanlarıyla da, gerilememize hizmet ediyorlardı. Bunun nedeni de özeleştiri- anlamının ve öneminin yeterince kavranamamasıydı. O halde nedir özeleştiri.

Kısaca özeleştiriyi; "bir şeyi, bir olguyu, bir olayı, bir tavrı, bir kararı, onu çevreleyen koşullar içerisinde ele almak, zaman ve mekan kavramını gözardı [sic] etmeden, onların içindeki olumlu ve olumsuz ögeleri ayrıştırmak, olumsuzları mahkum etmek, olumluyu soyutlamalarla (genellemelerle) bir bilgi birikimi haline getirmek ve o birikimi bugün ve gelecek açısından kullanmaktır" şeklinde tanımlayabiliriz. (Tabi [sic] her tanımın içinde belli eksiklikleri taşıyabileceği kaydıyla). Doğru ve yanlış, olumlu ve olumsuz soyut kavramlar değillerdir. Bunlar kendilerini çevreleyen koşullarda ve somut duruma göre ele alınırlarsa, gerekli anlamı kazanırlar.

Özeleştiride iradeci olmak, en önemli yöntem yanlışlarından biridir. İradecilik, somuttan kopuk bir istemciliktir, gerçeğin yerine kafalardaki hayali şatoları geçirmektir. Halbuki, istemler somut durumla uygunluk arzettikleri [sic] ölçüde gerçeklik kazanırlar, bunun tersi hayalciliktir. Doğrudur, "kendi tasarımlarının, kendi fikirlerinin vb. üreticileri, insanlardır, ama gerçek, faal kendi üretken güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerinin, alabilecekleri en geniş biçimleride [sic] dahil olmak üzere, belirli bir gelişmesiyle koşullandırılmış insanlardır." (Marks, Felsefe incelemeleri, Syf: 85 —abç)

"Tarihi insanlar yapar, kararları insanlar alırlar, bu kararların hayata geçirilip geçirilmemeside [sic] onların işidir.["] Fakat bu, sınıf mücadelesinin, iradenin karşısında objektif olarak varolan [sic] kararlarından, tecrübeden, belirli bir seviye birikiminden, iç ve dış koşullardan bağımsız olarak da alınamaz. Çünkü "materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir." (Engels, age, Syf: 184)

"Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama herşeyden [sic] önce belirli öncülerle birlikte ve çok belirli koşullar içinde bütün öteki koşullar arasında en sonunda belirleyici olan iktisadi koşullardır." (Engels, age. Syf: 183 —abç)

İnsanların bilinçleri, iktisadi koşulun dışında olan fakat objektif olan bir dizi durumlada [sic] koşullandırılır. Eğer bütün bunları kavrayamazsak, göstereceğimiz iradeci bir yaklaşımla, partinin geçmişini, yaptıklarını, mücadelesini bir çırpıda inkar eder ve kolaylıkla onun yakasına birtakım anti-Marksist yaftalar asıp, inkarcılığa düşebiliriz. Örneğin, soyut olarak ele alındığında, Gerilla Savaşının başlatılmaması, katı bir sağcılık olarak nitelendirilebilinir. Halbuki, yapılması gereken, önce, genel olarak gerilla savaşının başlatılmasının koşullarını doğru bir şekilde tahlil etmek, daha sonra bunu, objektif ve subjektif koşullarla birlikte ele alıp, somut durumda değerlendirmektir.

Böylesine iradeci bir yaklaşım özeleştiride, olumluların görülmesinin önünde engel teşkil eder ve olumlularında [sic] olumsuzlarla birlikte mahkum edilmesine yol açar. Bu da sonuçta, partinin on yıllık bir bikimini gelecek için kullanmamızı engeller. İnkarcı eğilime yataklık eder, bizi silahsızlandırır. Özeleştiriyi, bir karalama ve sadece mahkum etme derekesine düşürür.

Soruna yalnız başına böyle yaklaşmak yetmez. İradeci davranmamak gerekir, ama, kendiliğindenci ve kadercide [sic] olmamak lazım. Böylesine bir yaklaşım özellikle bugün ihtiyacını yeterinden fazla hissettiğimiz, bilincin dönüştürmedeki rolünü inkar eder ve bizi sorunların ve sınıf mücadelesinin arkasına takar. Hastanın başında dövüne dövüne ağlamaktan öteye hiçbir şey yapmamayı körüklemek, bu da sonuçta bizim, hastanın ölümüne yardımcı olmamız anlamına gelir. Ve bizi, "ne yapalım, biz istesekte [sic] istemesekte [sic] bu hatalar olur," anlayışına götürür. Böylesine bir anlayış ve bakış hataları görmemizi engeller ve partinin önder rolünü inkara yol açar. Özellikle dikkat edilmelidir ki, kendilerini aklamaya çalışanlar, bu yönteme sarılırlar. "Gerçekte, pratik materyalist için yani komünist için sorun, mevcut dünyayı devrimci bir şekilde değiştirmek, bulunmuş olduğu duruma saldırmak ve onu pratik olarak değiştirmektir." (M. Felsefe incelemeleri, Syf: 88) Belirleyici olan objektif koşullardır. "Ama siyasal koşullar vb. hatta insanların beyinlerine musallat olmuş gelenek bile kesin son verici olmasada [sic], gene bir rol oynar." (Engels, age, syf: 185-abç) der. Engels daha önceden de şunu belirtmiştir. "....Hatta bütün bu gerçek savaşımların, savaşıma katılanların beynindeki yansıları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların daha sonraki doğmatik [sic] sistemler halindeki gelişmeleri, hepsi tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve birçok durumda ağır basarak onun biçimini belirlerler." (age. Syf: 185)

"Ama ikinci olarak şu var; tarih, son sonucun, her zaman sayısız bireysel iradelerin çatışmalarından açığa çıkması suretiyle gerçekleşir." (age, Syf: 185) Engels, sorunun esasını objektif koşulların oluşturduğunu söylerken, bunun diğer ögelerin hesaba katılmaması ve onların inkar edilmesi anlamına gelmediğini, bu objektif durumu, gerektiğinden fazla abartılmaması lazım geldiğini vurgular. "Gençlerin zaman zaman, işin iktisadi yanına gerektiğinden daha büyük bir ağırlık vermelerinin sorumluluğunu kısmen, Marks ve ben taşımak zorundayız. Hasımlarımızın karşısında, (hasımlar iradecidirler —bn) onların yadsıdıkları ilkeyi özellikle belirtmek altını çizmek gerekiyordu, ve o zaman, karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlerede [sic] kendi yerlerini verecek ne zamanı, ne yeri, ne de fırsatı bulabiliyorduk." (age, Syf: 187).

Bu aktarmalardan çıkarılması gereken sonuç, bilincin dönüştürmedeki rolünün kavranması ve objektif koşullarla ilişkisinin açığa çıkarılmasıdır. Somutumuzda ise, özeleştiri bir değiştirme ve dönüştürme eylemi olmalıdır. Sadece yanlışı tesbit etmek (önemlidir ama) yetmez. Doğruyu saptamak ve bu minval üzerinde harekete geçip, dönüşümü sağlamak gereklidir. Alternatif sunmak gereklidir.

Geçmişimizi, eleştirel bir yaklaşımla ele alırken, her türlü olumsuz etkiden uzak ve objektif olmalıyız. Amaç; ne kimseyi karalamak, ne de kimseyi temize çıkartmaktır. Esas mesele dürüst olabilmektir. "Ben herşeyden [sic] dürüst olmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü, dürüst bir tavır olmadan bu dünyada hiç bir şey başarılamaz" der Mao Zedung ve sorar "Kimler dürüsttür? Marks, Engels, Lenin ve Stalin dürüsttür, bilimden yana olanlar dürüsttür" der. (Partinin Çalışma Tarzını Düzeltelim, Syf: 37)

Bizimde [sic] özeleştiride dürüst olabilmemiz için, geçmişimize karşı bilimsel bir yaklaşım göstermemiz lazımdır. Ön yargılarla değil, olayları, tavırları, kararları, gelişme ve geriye gidişleri, Marksizmin-Leninizmin bilimsel süzgeçinden geçirmemiz gerekir. Bu dürüstlüğümüzün ve ciddiyetimizin ölçütüdür. Mao Zedung'un söylediklerinden anlaşılabileceği gibi, soyut bir kavram değildir, bilimsel ve maddidir.

Partimizde, olumsuzlukların yükünü toptan omuzlamama, bu yükü belli organların, özellikle MK'nın üstüne yıkma eğilimi, önemli derecede kuvvetlidir. Özeleştiri vasıtasıyla geçmişe yaklaşırken, buna, özellikle dikkat edilmelidir. Çünkü böylesi bir yaklaşım, görüş açımızı parçayla sınırlar, bütünün içindeki hata ve zaafları görmemiz önünde engel teşkil eder. Bu tek yanlı bir bakış açısıdır. Çünkü, önderlik genel yapıdan soyutlanarak ele alınamaz. Kötü bir bünyeye sahip bir partiden, iyi bir önderlik beklemek, deyim yerinde ise, saflık olur. Özellikle II. Konferansta yapılan özeleştiride bu olumsuz eğilim açık bir tarzda göze çarpıyor. Bu eğilim, sorunu önderlik derekesine dönüştürmekte ve yoldaşlarda kolaycılığa yol açmaktadır. Sonuçta, bu zararlı eğilim, gerçek hayatla çeliştiğinde, bu seferde [sic] bir dizi yoldaşta karamsarlık gelişmekte ve bu eğilime tepki olarak (daha bir dizi etkenin yanında) inkarcı ve toptancılık doğmaktadır. Bu eğilimin bir başka olumsuz tezahürüde [sic], her şeyi önderlikten bekleme ve parti üyelerinin, üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmemesi şeklinde oluşmaktadır.

Bütün bu yukarda sıraladıklarımızdan çıkarılması gereken sonuç şudur; sorun, ne 1. MK ne de II. MK sorunudur. Sorun, partinin bütününün sorunudur. Elbette önderliğin hata ve zaaflardaki sorumluluğu birincildir. Ama bu, sorunun partinin bütününün sorunu olduğu gerçeğinin önüne çıkarılamaz. Önderlik, partinin bütününden soyutlanarak, ayrı bir varlıkmış gibi ele alınamaz. Bu zararlı eğilimin yükünü çok çektik. Hep her şey doğru fakat pratiğe geçiremiyoruz diyerek yanıp tutuştuk. Halbuki, her şey doğru değildi. Genelde doğruydu, fakat bizim bu bakış açımız tali yanlışları görmemizi engelledi. Ve bu, olumsuzlukların, yanlışlıkların gelişip, önümüze büyük sorunlar halinde gelmesine neden oldu.

Her şey stratejik tespitlerle bitmiyor. Stratejiye hizmet eden, onu adım adım hayata geçirmeye çalışan taktikler, günlük politikalar, kısa ve uzun vadeli tavırlar saptanamazsa, stratejinin başarıya ulaşması mümkün değildir. "Taktiğin konusu nispeten kısa olan, hareketin kabarması ve alçalması, devrimin hızlanması ve yavaşlaması döneminde, proletaryanın davranış çizgisini saptamak, eski savaşım ve örgütlenme biçimleri, eski sloganların yerlerine yenilerini koyarak, savaşım ve örgüt biçimleri arasında uyum sağlayarak vb. bu çizginin uygulanması için savaşım vermektir." (Stalin, Leninizmin İlkeleri, Syf: 83-84)

Stalin'in bu sözlerini okuduktan sonra, her yoldaş kendisine şu soruyu sormalı; "Taktik["] bu kadar önemli bir role sahipken, biz ona ne kadar önem verdik. Stalin yoldaş bunuda [sic] vurgular: "Taktik önderlik, stratejik önderliğin bir parçasıdır." (age. Syf: 90)

Yani taktik önderlik sağlanmadan, sadece strateji ile devrim yapılamaz. Sadece stratejik sloganlarla siyaset yapılamaz. Şunu hiç bir zaman gözden ırak tutmayalım; Marksizm-Leninizm hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Sınıf mücadelesinin kanunları, biçimleri, iradeden bağımsız ve objektiftir, komünistin görevi, bunu kavrayıp, sınıf mücadelesi içinde uygulamaktır.

Partimizde varolan tek yanlı bakış açısının özel yansıması, kendisini bu konuda da belirgin bir tarzda gösterdi. Strateji ile taktik arasında kopukluk yaratmaya, taktiğin sınıf mücadelesindeki önemini kavramamaya yol açtı. Çok yakında, özellikle anayasa referandumu konusunda geçirdiğimiz bocalamalar göz önüne alınırsa, durum daha da net bir şekilde görülebilir. Elbette bunu sadece anayasa referandumu konusundaki tavrımızla sınırlayamayız. Bu hata geçmişten beri bizi sınıf mücadelesine önderlik etmekten alıkoyan çok önemli bir etkendir. Özellikle 12 Eylül sonrasında değişen şartlara uygun örgüt ve mücadele biçimlerini hayata geçiremememiz (yani doğru taktikler saptayamamız) Partimize çok pahalıya mal olmuş, devrimin ve Partimizin, olmaması gereken, çok daha ağır yenilgi ve yaralar almasına yol açmıştır. Partimizin geçmişi incelenirken, mutlaka "taktiksizliğin" nedenleri üzerinde kafa yorulmak ve soruna doğru cevaplar verilmeye çalışılmalıdır. "Devrimci" tumturaklı sözlere karşı Lenin, genellikle düpedüz günlük görevleri ileri sürerdi. Böylelikle "devrimci işgüzarlığın, gerçek Leninizmin ruhuna ve lafzına aykırı olduğunu belirtirdi." (Stalin, Len. İlkeleri Syf. 114) Bizlerde [sic] "işgüzarlığımızı["] devam ettirmek istemiyorsak, strateji ile taktik, teori ile pratik arasındaki bağı doğru kurmak zorundayız.

Bizim en zayıf yanlarımızdan biride [sic], devrimimizin ulusal özelliklerini kavrayamamaktır. Türkiye'yi tarihi ile, kültürüyle, gelenekleriyle, geçirdiği ve geçirmekte olduğu değişikliklerle tanımak zorundayız. Örneğin, sadece devletin yapısını tahlil etmek yetmez; devletin izlediği politikayı, halkın devlete bakış açısını, onunla ilişkilerini, her somut durumda devletin izlediği veya izleyebileceği propaganda çizgisini bilmek zorundayız. Eğer bunları bilmezsek, Türkiye'yi yeterince tanımıyoruz demektir. Bütün özellikleri ile tanınmayan bir olguda [sic], elbetteki [sic] değiştirilemez Burada karşımıza, Partimizdeki uzun geçmişiyle kaşarlanmış, güç kazanmış bir doğmatizm [sic] çıkıyor. Dogmatizm, devrimin ulusal özelliklerinin kavranmasının önünde büyük bir engeldir. O, kalıpçıldır. Herşeyi [sic] belirli kurallar ve sınırlar içerisinde görür. Diğer ülke proleterlerinin tecrübe ve deneylerinin bilimsel bir tarzda kavranmasını engeller. Durağanlığı temsil eder. Gelişmekte olanı göremez. Bu zararlı eğilim, Marksizmin canlı özünü yok etmeye çalışır. Onu, içi boşaltılmış, işe yaramaz boş bir teori haline getirir. Ülke gerçekleri kavranmadan, devrimin ulusal özellikleri kavranmadan, Marksizmin somut şartların somut tahlili olduğu gerçeğide [sic] kavranamaz.

Özeleştiri çalışmasında, bu güçlü illetle kıyasıya bir mücadeleye girişmek zorundayız. Bu çok zor olacaktır. Fakat buna mecburuz.

Yukarıda değinmeye çalıştığımız şey, toplu olarak ele alındığında bir olaya yaklaşırken, nasıl bir yol izleyeceğimizi gösterir. Yani, somutta özeleştiriyi, nasıl bir perspektif ve yöntemle yapmamız gerektiğini açıklar. Bunun bütünü diyalektiktir. Diyalektik, birşeyi [sic] incelemenin en doğru metodudur. Bizde [sic] anlatmaya çalıştıklarımızı şöyle genelleştirebiliriz. Özeleştiriye yaklaşımımız diyalektik olmalıdır.

Burada karşımıza şu soru çıkıyor; dogmatizmi, iradeciliği, kendiliğindenciliği, tek yanlılığı nerede arayacağız? Amacımız soyut bir tarzda, bu kavramların teorik içeriğini kavramaya çalışmak değildir. Amaç, bu tür sakatlıklar taşıyan bir bakış açısının pratiğimizdeki rolünü tartışmak ve açığa çıkarmaktır. Özeleştiri, bir düzeltme kampanyası olarak ele alınacaksa, buna baştan başlamak gerekir. Bizi yanlışlıklara iten (bir dizi objektif ve sübjektif etkenin yanında) bu idi; kanımızca bunun baş nedeni, bakış açısı, düşünce sistemi sorunudur. Çünkü, olaylara doğru yaklaşmayan bir bakış açısı, ondan doğru sonuçları çıkaramaz. Şu soruyu kendimize soralım. Bir olaydan bir Dev-Yol'cu [sic] ile biz neden farklı sonuçlar çıkarırız. Bunun cevabı, farklı bakış açısına, farklı düşünce sistemine sahip olmamızda yatar. Yani işin başı, bakış açısı ve düşünce sistemi sorunudur.

Bu nedenle, özeleştiri çalışmasının baş hedefini bu olumsuz bakış açısı ve düşünce sistemi oluşturmalıdır. Bu ilk adım atılmadan bundan sonra atılacak adımları doğru olarak atmak mümkün olmaz. Bakış açımızın düzeltilmeside [sic] soyut bir teori düzeyinde ele alınamaz. Bu kesin bir ifadeyle, pratiğe ilişkin olmalıdır. Çünkü doğru bakış açısı, pratiğin bakış açısıdır. Bundan dolayıda [sic] özeleştirimiz pratiğe ilişkin olmalıdır. Ne söyledikten ziyade, neyi nereye kadar yaptık veya neden yapamadık[,] işte sorun budur. Özeleştiri çalışması bu gerçeğin etrafında dönüp durmamalı, tam tersine onu fethetmelidir. Bir dizi teorik sorunu tartışmak yerine, özeleştiride atılacak ilk adım pratiğimize ilişkin olmalıdır. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, Partimiz, bir dizi sorunla karşı karşıyadır. Fakat bütün bu sorunların üstesinden gelebilmesi için koşullar uygun değildir. Bu nedenle özeleştiri çalışmasını, adım adım ele alıp, sebatkar bir tarzda sürdürmeliyiz. Soruna "görevi icra" anlayışıyla yanaşmamalıyız.

Özeleştiri çalışması, örgütlü bir düzeltme kampanyası şeklinde ele alınmalıdır. Çünkü, hiç bir iş, özünde kendiliğinden başarılamaz. Bu nedenle, bütün yoldaşlar, soruna çok ciddi bir iş olduğu temelinde yanaşmalıdırlar. Özeleştiriyi, partiyi eğitmenin bir aracı olarak ele almak zorundayız. Soruna ancak böyle yaklaşırsak, özeleştiriyi pratiğe hizmet eder bir hale getirebiliriz. ".....Proleter partilerinin özeleştirisi, kendi yanılgılarından aldıkları derslere dayanarak eğitimi zorunlu idi: Çünkü gerçek kadrolar, gerçek parti önderleri bu yoldan yetişebilirler." (Stalin Leninizmin tikeleri, Syf: 18) der Stalin yoldaş. Bu, özeleştirinin itici bir rol, geliştirici bir rol oynamakla mükellef olduğunun en açık ifadesidir. Sadece durumu tespit etmek yetmez, ona saldırmak, bu yolla onu dönüştürmek gereklidir. Bu başarıldığı taktirde ancak, özeleştiri tarihi misyonunu yerine getirebilir.

Bütün bu söylediklerimizden çıkarılması gereken sonuç; özeleştirinin, aynı zamanda sınıf mücadelesinin siyasal sorunlarını çözmeye yönelik olmasıdır. Özeleştirinin ileriye dönük olması burada somutlaşır. Bunu başarabilmek içinde bu çalışmayı, 12 Eylül dönemi, yenilgi ve bugünün ihtiyaçları temelinde ele almalıyız. Hareket noktası budur. Elbette hareket noktasının bu olması bizim geçmişle bağ kurmamızı, bugünle dün arasındaki ilişkiyi kavramayı engellememelidir. Doğru olan pratikten, canlı sıcak ve ihtiyaç olandan hareket etmektir. Yoksa Partimizin tarihini, düz bir periyot halinde meydana gelen olaylar zinciri şeklinde inceleyemeyiz, kavrayamayız. Bugünden yola çıkıp, bunu dünle birleştirmek gereklidir. Doğru yöntem budur.

Meseleye böyle baktığımızda, pratikte üzerinde tartışılıp, kafa yorulması gereken noktalar esas olarak, taktik, örgütlenme ve mücadele biçimleri, ittifak ve eylem birlikleri, kitlelere siyasal önderliğin nasıl yapılacağı, parti ve çevre ilişkisi, sonuçta kitle çizgisi konularında odaklaşır. Bu aşamada, yukarıda sıraladığımız sorunların üstesinden gelebilmek, geleceğin yolunu açmak ve diğer sorunların çözülmesini kolaylaştırmak anlamına gelir. Bu görevlere ilişkin olarak SBKP(B) tarihi, Ne Yapmalı, Sol Komünizm, Partinin Çalışma tarzını düzeltelim, kitle içinde parti çalışması adlı kitapların incelenmesi özel bir öneme sahiptir.

Şunuda [sic] ihmal edemeyiz: Türkiye'deki durum dünyadan bağımsız değildir. Türkiye komünistlerinin sorunları, Dünya Komünist hareketinin içinde bulunduğu sorunlardan soyutlanarak ele alınamaz. Stalin yoldaş şöyle der: "Eskiden proletarya devrimine hazırlık döneminin ön koşullarının tahlili, genellikle tek başına ele alınan, şu ya da bu ülkenin ekonomik durumu bakımından yapılırdı. Şimdi artık sorunun bu tarzda ele alınması yetersizdir. Şimdi sorunu, bütün ülkelerin yada [sic], ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından ele almak gerekir. Çünkü, ülkeler ve ulusal ekonomiler, kendi kendilerine yeter birimler olmaktan çıkmışlardır." (Leninizmin İlkeleri, Syf: 30) Yani bizler tek başına Türkiye'yi bilmekle, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu incelemekle sonuca ulaşamayız. Dünyadaki gelişmeleri, değişimleri ve bunların Türkiye'ye yansımalarını ele alıp, parçayı bütünle birlikte irdelemek zorundayız.

Yapabileceğimiz bu alandaki bilgilerimizi giderek derinleştirmek, genelde [sic] olsa mevcut durumla olan ilişkisini ortaya koymaktır. Dünyada ML'lerin içerisinde bulunduğu bunalımın bizdeki yansımasını kabacada [sic] olsa ele almaktır.


ÖZELEŞTİRİ ÇALIŞMASINDA TEORİNİN ÖNEMİ:


Lenin yoldaş, "yalnızca, öncü savaşçı rolünün en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir Parti ile yerine getirebileceğini" (age) belirtir. Şunu önemle belirtmeliyiz ki, Partimiz, bir dizi hataya teorik seviyesinin sığlığından, kavrayışının yetersizliğinden düşmüştü. Bir dizi etkenin yanı sıra, bu etkende [sic] çok önemlidir. Bununda objektif koşulları vardır. Çünkü, yenilgiden sonra, çizgiyi oluşturan önder kadrolar, pratikte ortadan kalktığı için, Parti çizgisini savunan, Partiyi yeniden inşa göreviyle karşı karşıya olan yoldaşlar, çoğunlukla genç, tecrübesiz yoldaşlardı. Bunlar, savundukları ve uygulamaya çalıştıkları çizgiyi yeterince kavrayıp, özümleyememişlerdi. Bu da, işleri sarpa sarıyordu. Objektif durum, gelişen solculukla, teorinin önemini küçümsemeyle birleşince, işler daha da sarpa sardı. I. MK döneminde, içe dönük olarak yürütülen faaliyetin, teorik seviyenin yükseltilmesinde payı vardır. Fakat (bu) yeterli verim elde edilememiştir. 12 Eylülle birlikte, içine girdiğimiz yenilgi ortamı, hem teorik kavrayışın derinleştirilip geliştirilmesini, (bir dizi objektif ve sübjektif nedenden dolayı) engellemiş, hem de teorik olarak parti standartlarına göre yetkinleşmiş yoldaşlar düşmanın eline geçtiği için, seviye giderek gerilemiştir. Bu durum, somutta teorinin önemini bizim için her zamankinden fazla artırmıştır. Bu, somutun gerçeğidir. Parti yayınlarını izleyen her yoldaş, durumun farkına kolaylıkla varabilir.

Mao Zedung yoldaş şunu vurgular. "Nisbeten [sic] tam bir bilgiye sahip olmadan, devrimci çalışmayı iyi bir şekilde yürütmek imkansızdır." (Partinin Çalışma tarzını düzeltelim, Syf: 30) Buna, Stalin'in şu sözlerini eklemekte fayda vardır. "Çünkü harekete, güvenliği, yönünü belirleme gücünü ve olayların iç bağıntılarının anlaşılmasını, teori ve yalnız teori sağlayabilir. Çünkü teori ve yalnız teori, yalnızca sınıfların bugün hangi yönde ve nasıl hareket ettiklerini değil, aynı zamanda bu sınıfların, en yakın bir gelecekte, hangi yönde ve nasıl hareket edecekleri pratiğini anlamamıza yardım edebilir." (Leninizmin ilkeleri, Syf: 24-25) Yani teorinin görevi yalnızca bugünün sorunlarını çözmek değil, aynı zamanda geleceğinde yönünü belirlemek, onu aydınlatmaktır.

Bu alıntılar, Partimizin geçmişi ve içinde bulunduğumuz durumla uyum içerisinde yorumlanmaya çalışılırsa, Partimiz açısından teorinin önemi yeterince açığa çıkar zannediyoruz. Partinin kaderini belirleyecek olan özeleştiri faaliyetinin doğru bir şekilde yürütülebilmesi ve ondan ileri atılımı sağlayacak sonuçların çıkarılabilmesi için yeterli bir teorik seviye gereklidir. Yoldaşlarımızda genellikle pratiğin rolünü abartıp, teorininkini küçümseme eğilimi kuvvetlidir. Doğrudur, teorinin kaynağı pratiktir, fakat bu teorinin tekrardan pratiği yönlendirdiği gerçeğini inkar etmemizi veya küçümsememizi gerektirmez, Herşey [sic] somut koşullara göre anlam kazanır. Bazı yoldaşlar kalkıp Engels'in "doğru atılmış her pratik adım, bir dizi programdan daha önemlidir" şeklindeki sözlerini bu düşüncemize karşı çıkabilirler. Fakat o yoldaşlar, Engels'in söylediği bu sözleri somut koşullardan bağımsız ele alıyorlar demektir. Engels bu sözleri, pratik adımların hayatiyet kazandığı bir dönemde sarfetmiştir [sic]. Bu somutta o sözleri, Lenin yoldaşın şu ünlü sloganıyla tamamlayabiliriz. "Devrimci teori olmadan, devrimci pratik olamaz."

Bizlerde [sic] özeleştiri faaliyetini doğru bir şekilde sürdürmek, partinin önünde duran sorunlar silsilesini çözmek için, Partinin teorik seviyesini yükseltmek zorundayız. Fakat bu görev, ülkemizin somut koşullarında daha büyük zorlukları göğüslememezi [sic] gerektirir.

Ülkemiz, yarı-sömürge, yarı-feodal karakterinden ve diğer nedenlerden dolayı, kültürel alanda önemli ölçüde geridir. Bu da, önemli ölçüde işimizi zorlaştırmaktadır. Mao Zedung şöyle der: "İşçi ve köylü kökenli kadrolarımız, ilk önce temel bir eğitimden geçmelidirler." (Partinin Çalışma Tarzını Düzeltelim, Syf: 30) Biz bunu, her sınıftan gelen kadrolarla daha da genelleştirebiliriz. Bu hem genel olarak MLmi [sic] okuyup incelemek, hem de kültürümüzü, kavrayış düzeyimi yükseltmek anlamına gelir. Kültür, lüks bir lokantada nasıl yemek yiyileceğini [sic] bilmek, ya da lüks bir balo veya partide nasıl davranılacağını bilmek değildir. "En genel anlamda kültür, insanın toplumsal olarak öğrendiği, edindiği bilgi, sanat, gelenek-görenek, yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.... Kültür oluşum olanaklarının düzeyi demektir ve bu düzey oluşuma eğilimi olanın hareketi tarafından yaratılır. Kültür önceden veri değildir. Ve veriye dönüştüğü her noktada yaşabilmesi [sic] için, henüz veriye dönüşmemiş bir iklimi gereksinir. Kültürün yasalarınıda [sic] kuşatan bir hayat tarzı bütünlüğü olduğunu hep akılda tutmak gerekir." (Bilim ve Sanat)

Marksizmi-Leninizmi veya herhangi bir bilimi kavramanın ön koşulu belirli bir bilgi düzeyine sahip olmaktır. Bu da, en genel bir tarzda ifade edilirse, belirli bir kültür düzeyi ile mümkün olur. Bu nedenle tüm yoldaşlar kültürel düzeylerini yükseltmek için önemli çaba sarfetmelidirler [sic]. Kavrayış düzeyi kültürel düzeyle yakından ilintilidir. Şuda [sic] bir gerçektir ki .yoldaşlarımızın büyük bir çoğunluğu bu gerçeği ya görmüyor ya da ona gereken önemi vermiyorlar. Biraz ciddi düşünen yoldaşlar, şu çelişkiyle karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla görebilirler, özeleştiri faaliyetinden gerekli sonucu alabilmemiz için belirli bir teorik seviye şart. Fakat biz geriyiz, bu geri seviye ile, bu faaliyetten gerekli sonuçları nasıl alabiliriz? Bu soruyu, özeleştiri kampanyası, aynı zamanda teorik seviyemizi yükseltmenin bir aracı olmalıdır şeklinde cevaplandırabiliriz. Bu yukarda söylediklerimizle görünürde büyük bir çelişki arzeder [sic], fakat, bu doğru değildir. Sorun yazının gidişatı içinde daha rahat anlaşılır zannediyoruz. Bu ilişkinin kavranmasına bağlıdır. Bu gerçeği Dimitrov yoldaş şöyle dile getirir. "Öğrenip savaşmalı, savaşıp öğrenmeli."

O halde, teoriyi incelemenin ve seviyemizi yükseltmenin yolu nedir? Bu soruya cevap vermek için, otoritelerden kısmen uzun aktarmalar yapacağız.

"Kuşkusuz ki, teori, devrimci pratiğe bağlanmadıkça, amaçsız kalır. Tıpkı yolu devrimci teori ile aydınlatılmayan pratiğin, karanlıkta el yordamıyla yürümesi gibi. Ama teori, devrimci pratik çözülmez bir bağlılık halinde gelişince, işçi hareketinin büyük bir gücü haline gelebilir." (age, Syf: 24) Stalin yoldaş, ayrıca, teori ile pratiğin birliğinin gerekliliğinin önemini şöyle vurgular; "Birincisi, ikinci enternasyonalin teorik doğmalarının, kitlelerin devrimci savaşımının ateşinde, canlı pratik eyleminde işe yarayıp yaramadıklarını sınamak, yani teori ile pratak [sic] arasındaki kaybolan birliği kurmak, teori ile pratik arasındaki ayrılığı birliğe çevirmek zorunda idi. Çünkü devrimci bir teori ile donatılmış, gerçekten proletaryaya özgü bir parti, ancak böyle yaratılabilir. " (age, Syf: 18)

Şimdide [sic], Mao Zedung yoldaştan konuya ilişkin aktarmalar yapalım.

"Üçüncü olarak; uluslararası devrimci tecrübenin Marksizmin-Leninizmin evrensel gerçeğinin incelenmesini ele alalım. Bir çok yoldaş ML'mi [sic] devrimci pratiğin ihtiyaçlarını karşılamak için değil, sırf inceleme yapmış olmak için incelemektedirler. Bunun sonucu olarakta [sic], okumakta, ama okuduklarını hazmedememektedirler." (P'nin Çalışma Tar. Düz. Syf: 6-7)

"Bu tavırda (yani subjektivist —bn) olan bir kimse, ML teoriyi soyut olarak ve hiç bir hedefi olmaksızın inceler." (syf: 10) "Bu tavırda olan kimse, ML teoriyi, Çin devriminin gerçek hareketiyle bütünlemek ve bu teoriden, Çin devriminin teorik ve taktik meselelerini çözecek tutumu, bakış açısını ve metodu çıkarmak için inceler. Bu amaçla, yoldaşlarımızın bütün dikkatini bu pratik meselelerin araştırılmasına ve incelenmesine yöneltmeliyiz. Yoldaşlarımızın şunu anlamalarını sağlamalıyız: Komünist partinin önder organlarının başlıca iki yanlı görevi, şartları bilmek, ve politikada ustalaşmaktır, birincisi; dünyayı bilmek, ikincisi ise dünyayı değiştirmek demektir...." (Syf: 14-15).

"Yoldaşlarımız ML'mi [sic], gösteriş olsun diye, ya da gizli kalmış bir yanı olduğu için değil, sadece ve sadece proletaryanın devrimci davasını zafere götüren bilim olduğu için incelediğimizi anlamalıdırlar." (Syf: 33)

Bu aktarmalardan sonra, sorunun yeterince aydınlığa kavuştuğunu zannediyoruz. ML[,] entellektüel [sic] bir bilgi boşluğunu doldurmak için öğrenilmez. Onun incelenip öğrenilmesinin nedeni, dünyayı değiştirmede bir eylem kılavuzu olmasındadır. Özeleştiri faaliyeti, ileriye dönük bir değişme ve dönüştürme aracı olarak kavranıyorsa, teorik seviyemizi yükseltme, somutta bu amaca hizmet etmeli ve bu pratik faaliyetle içiçe [sic] ele alınmalıdır. Bu da, teori ile pratiğin birliğinin doğru bir biçimde, pratiğin ihtiyaçlarına göre ele alınması ile olanaklı olur. Yoksa, kendimiz, YD hizibi [sic] gibi pratik ihtiyaçtan kopuk bir şekilde, ML'nin evrensel ilkelerini kavrama faaliyetiyle deva bulmaz. "Ayrıca dünyayı bilmenin tek amacı, onu değiştirmektir. Çoğu zaman doğru bir fikre maddeden bilince, sonra tekrar maddeye; yani pratikten bilgiye, sonra tekrar pratiğe gülen sürecin birçok kereler tekrarlanmasıyla ulaşılır. Bu nedenle, yoldaşlarımızın diyalektik materyalist bilgi teorisi ile yetiştirilmesi gerekiyor. Böylece, bunlar, düşüncelerine doğru bir yön verirler[,] araştırma, inceleme ve deneyimlerimizi özetlemede ilerlerler, güçlükleri yenerler, daha az hata yaparlar, işlerini daha iyi görürler." (Mao Zedung, Teori ve Pratik. Syf: 118)

Devrimci teorinin, değiştirme eylemine bağlı olarak ele alınması genel gerçeği, Partimiz açısından ele alındığında, her somut durumda özgüllükler arzeder [sic]. Bu esasta o somut durumda öğrenip geçmişimizi incelemek, geçmişimizi incelerken öğrenmek anlamına gelir. Fakat bu öğrenme ve seviyeyi yükseltme faaliyeti, sadece birkaç organın işi değildir. Bu da başarılı olmak için, partinin yoldaşlara perspektif sunması, belirli bir plan ve program doğrultusunda bütün parti organlarını harekete geçirmesi gereklidir. Bunun aracı da, pratiğe ve ihtiyaca hizmet eden çeşitli araştırma ve inceleme kampanyalarıdır.

Burada şunuda [sic] vurgulamak gerekiyor. Bazı yoldaşlar herşeyi [sic], organ toplantılarında halletmeyi düşünüyorlar. Bu yanlıştır. Teorik seviyenin yükseltilmesinde, organ toplantılarındaki "okumalarla" gerçekleştirilemez. Toplantılar; bu faaliyete yol gösterildiği, onun sonuçlarının değerlendirildiği yerler olmalıdır. Bundan dolayı, "bireyselliğin" rolü küçümsenmemelidir. Hele belirli bir seviyeden sonra, bireysel okuma ve incelemelerin (kollektif [sic] amaca hizmet etmesi kaydıyla) rolü esas hale gelir. Tek tek yoldaşlar, bu nedenle yükümlülüklerinin farkına varmalı ve bu yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken çabayı göstermelidirler.

Değerli yoldaşlar;

Bu yazımızın amacı, bir bütün olarak parti özeleştirisi değildir. Amaç özeleştiriyi nasıl ele almamız gerektiği ve onun ne olduğu sorunlarını bilince çıkarmaktır. Esasta yöntem sorunlarına kısmende [sic] olsa açıklık getirmektir. Amacın böyle olması, bizi, ister istemez bir soyutluğa itti. Fakat bu, tartışmanın resmen başlatılmadığı göz önüne alınırsa, bu "soyutluğun" nedeni kavranabilir.

— GEÇMİŞİ, GELECEK İÇİN MADDİ BİR GÜÇ HALİNE GETİRMEK AMACIYLA İLERİ!


Ocak 1984
II No'lu BK

BELGE | İşçi-Köylü Kurtuluşu - Ölümünün 17. yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya ve 'iki proğram', 'iki ayrı devrim' safsatası üzerine (Mayıs 1990)

SUNUŞ

Askerler, bir Kürt köylüsünü esir alırken, Hakkari, Ekim 1984.

İK yoldaşı inkara giden yolların başında, partimizin doğru SEY ve Milli Mesele görüşlerini revizyon girişimleri gelir. Bilhassa PKK'nin 1984 çıkışı sonrası Kürt hareketinin başarıları karşısında "gözleri kamaşan" kaçkınlar, başta partinin 11 İlke, sonra SEY, sonra da milli mesele görüşünü değiştirmeye giriştiler, bu konuda kendi anti-Marksist görüşlerini geliştirdiler.

11 İlke'yi sorgulamayla başlayan bu sürecin hep SEY ile sonuçlanması, şaşırtıcı değildir. Zira, doğal olarak, partinin görüşleri (onların hayalini kurdukları şey aksine) yamalı bohça değildir, her görüş belli bir sistem içerisinde oturmuştur ve birisinin (hele hele SEY gibi kilit birisinin) değişimi, diğerlerine etki eder.

2. MK oportünizminin yurt dışı kanadının, partimiz içerisinde geliştirip sonradan hizipleriyle sistemleştirdikleri oportünist görüşlerinden birisi de, "Türkiye'nin kapitalist ve Kürdistan'ın onun sömürgesi" olduğu, bu yüzden bu "iki ayrı ülkenin", "iki ayrı programla", "iki ayrı devrim" yaşayacağı, bunun "Türkiye'de silahlı ayaklanma, Kürdistan'da halk savaşı" olduğu, bu yüzden "Kürdistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) inşa edilmesi gerektiğini" savundular.

Bu hizbin, "Devrimci Partizan" ismini verdikleri dergilerinde yazıp çizdikleri (ki bunların hizipçi yayınlarını, ayrılanlar harici o dönem "saflarda kalan" bir takım eski "önder yoldaşlar" el altından teşvik ediyordu) kar etmeyince ve tutunamayacakları belli olunca, çıkışlarından kısa süre sonra birden hızlı birlikçi kesildiler: İlgili dergide "TKP (M-L) kanatlarını" birleştirme çağrıları yaptılar. Bir kere birleşmeyi savundukları çizgileri dahi Parti'yi yakıp yıkmak, daha da çok bölmek olan bu bayların birlik çağrısı, aşağıdaki yazıda da görüleceği üzere tabii ki reddedildi.[1]

Peki bu baylar ne yaptı? Bir süre daha birlik teraneleri okudular. Baktılar karşılık yok, bunu bırakıp ikinci karta oynadılar. Tabii daha kendileri Türkiye Kürdistanı'na gitmezken, "Kürdistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist)" örgütleme "girişimi" (!), fiyasko ile sonuçlandı. Kawa ile birlik görüşmelerine gittiler, Kawa şefi Hasan Hüseyin Yıldırım (Dergo)'ın bunları aşağılayıcı bir şekilde muamelesi sonrası bundan da caydılar. Sonra iki ayrı devrim programı savunan baylarımızın "Kürdistan kolu", resmen ayrılıp "Partizanên Şoreşgêrîn [sic] Kurdistan" kurdu. "Kuruluş deklarasyonu" adını verdikleri oportünist yazıda, boş laf salataları arasında Kawa milliyetçilerinin nasıl M-L oldukları, onlarla nasıl birleşmek istediklerini anlattılar.[2] Birkaç ay dahi geçmeden Mayıs 1993'de de birleştiler.[3] "Türkiye kolu" da zamanla kendisini lağvetti. Bir kısmı sonrasında başka tasfiyeci akımlara girdi. Bir zamanlar "önder yoldaşlardan" dediğimiz şefleri, kavgayı bırakıp köşelerine çekildi.

Kuşkusuz Partimizin bu meselelere değinen daha iyi, daha olgun yazıları da vardır. Yine de biz, hem Devrimci Partizan oportünistlerine cevap verdiği, hem de özellikle de ikinci yarısının onların yapmacık birlik çağrısına cevap olduğu için yayınlıyoruz.

İbo'dan Demirdağ'a – Tarihimizden Öğreniyoruz
2022.10.01.

[1] "Ölümünün 17. yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya ve 'iki proğram', 'iki ayrı devrim' safsatası üzerine". İşçi-Köylü Kurtuluşu. Mayıs 1990. Sayı: 90. Sayfalar: 12-17.
[2] "Kuruluş Deklarasyonu" (13-14 Mart 1993). Partizanên Şoreşgêrîn Kurdistan. Sayfalar: 22-25.
Özellikle şu ibret vesikası kısmı iyi okuyun:
"PSK'nın, KAWA Savaş ve Parti inşa Kongeresine [sic] yaklaşımı kısaca şöyledir: KAWA Kongresi, Marksizim-Leninizm'in [sic] Mao ile ulaştığı seviyeyi yeterince yakalamasa da, Enver Hoca'nın Mao'yu reddiyle birlikte Kawa'nın düştüğü hatalı çizgiden kopuş yönünde bir adım atılmaktadır. Uluslararası Komünist hareketin tecrübelerinden öğrenme (Stalin, Komüntern [sic]'in hataları vb.) yönünde yine bazı ileri adımlar sözkonusudur [sic]. İdeolojik açıdan sorunlar, bütünlüklü tarzda görme sözkonusu [sic] olmasa da eskiye kıyasla atılan adıma değer veriyor, ilerletilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Kürdistan'da Halk Savaşı, Silahlı mücadelenin rolü, köylülüğün önemi vb. noktalarda geçmiş AEP'çi çizgiden kopuşu ifade eden adımlar istenilen seviyede olmasa da dikkate alınması gereken ileri adımlardır. Eksiklik hata ve yanılgıları bulandırmadan, aksine mücadele yoluyla daha yüksek birlik yaratma perspektifiyle ele alıp, mücadeleyi dıştalamadan[,] Kawa ile birlik sürecine girmekten yanayız ve buna açığız."
Hulasa, "Kawa ile hemen hemen her önemli konuda birçok düzeyde ayrılıyoruz ama şu KKP (M-L)'sizlik canımıza tak etti, ne olur artık birleşelim!" anlayışıyla sadece Parti yıkıcılığı yapmadılar, savruldukça geriye savruldular. Kawa'nın Marksizmden birçok alanda kopuşunun temeli olan 1992 Kongresi, "Hoca'dan, Stalin ve Komintern hatalarından" kopuşmuş bunlara göre.
[3] "Kamuoyuna açıklama" (Mayıs 1993). KAWA Merkez Komitesi.; PŞK Merkez Komitesi. Newroz Ateşi. Haziran-Temmuz 1993. Yıl: 2. Sayı: 11. Sayfa: 81.

***

ÖLÜMÜNÜN 17. YILDÖNÜMÜNDE

İBRAHİM KAYPAKKAYA

VE

'İKİ PROĞRAM', 'İKİ AYRI DEVRİM' SAFSATASI ÜZERİNE


Türk, Kürt ve azınlık milliyetlerden Türkiye proletaryasının komünist önderi, Enternasyonal proletaryanın sıra neferi, Partimiz TKP-ML'nin kurucusu, önderimiz İBRAHİM KAYPAKKAYA'yı ölümünün 17. yıl dönümünde bir kere daha, ML-MZD'nin bilmine [sic] olan inancımızla saygıyla anıyoruz...

İbrahim KAYPAKKAYA'yı anmak, onun görüşlerini özümsemeden ve Türkiye deverimi [sic] için proletaryanın yol göstericisi olarak almaktan geçer. Biz, burada önder yoldaşımızın bu kez işkencehanelerindeki direnişlerini değil (çünkü halkımız İbrahimi [sic] çok iyi tanımaktadır), Kürt ulusal sorunundaki görüşlerini kısaca özetleyip, günümüz koşullarıyla uyumunu ve bu ML görüşlere yönelik revizyonist görüşlerin kısa bir eleştirinisi [sic] yapacağız.

"İKİ AYRI DEVRİM" "İKİ AYRI PROGRAM" safsatasını, yurtdışında partimizden ayrılan bir grup tasfiyeci dönekler, 'yeni' bir şeymiş gibi gündeme getirmeye çalıştılar. Daha da ötesi, 'Kürt sorununuir [sic, sorununu bir] kılıç darbesiyle çözdüklerini ileri sürdüler. Partimizin yıllardır doğru bir anlayış ve yaklaşım temelinde getirdiği ulusal sorun teorilerini sözde 'eleştiri yağmuru'na tuttular.

"İki ayrı deverim [sic], iki ayrı program"ının yüklendiği anlam, iki ülkenin kendi koşulları gereği deevrim [sic] programları ve ayrı ayrı devrim stratejileridir. Tasfiyeci döneklerde [sic] bu anlamda soruna yaklaşmaktalar zaten. Onlar, Türkiye devrimine bir bütünlük içinde değil, ezilen ulus milliyetçiliği temelinde yaklaşıyorlar. Ezilen ulus, yani Kürt milliyetçilerinin yıllardır getirdikleri görüşleri, onlar "yeni" olarak karşımıza çıkarmaktadır. Kürt milliyetçilerinin programlarıda [sic] aynıdır. "Kürdistan bir sömürgedir, bu nedenle ayrı örgütlenme ve ayrı program" diyorlar. Tasfiyecilerimiz, soruna 'sömürgecilik' açısından yaklaşmasalarda [sic], özü aynıdır. Yani, Kürt ulusalcılarının programlarını benimsemişlerdir. Çünkü seksiyon sorununda da iki ayrı devrim ve iki ayrı program olamaz. Onların seksiyona yaklaşımlarıda [sic] 'Bund'çular gibidir.

Türkiye'de esas olarak iki ulus yaşamaktadır. Ermeni, yahudi [sic], çerkez [sic], azeri [sic], arap [sic] azınlıklarıda [sic] olsada [sic] bu iki ulus gerçeğini ve azınlıklar olgusunun varlığını değiştirmiyor. Türkiye Kürdistanı batıya nazaran daha geri ve feodal ilişki ve yapının daha ağırlıkta olduğu bir gerçektir. Buna karşın proletarya, soruna bir bütün olarak yaklaşmak ve ulusal sorunun çözümünü proletarya önderliğindeki DHD içinde çözüm aramak zorundadır. Komünistler, soruna ulusal sınırlar içinde değil, sınıfsal olarak ele almalıdır. Ulusal çitleri proletarya kendi önüne dikemez. O, ulusal çitlerin ortadan kaldırılması ve bütün ulusların proletarlerin [sic] ve halkların kardeşliği ve sınıfsal çıkarları açısından soruna yaklaşır ve buna uygun örgütlenme ve çözümü önüne koyar.

"İki ayrı program" ve "iki ayrı" devrim, ister istemez kendi fedaralizmini [sic], yani uluslararası enternasyonal bir örgütlenmeyi değil, ulusal temellerdeki örgütlenmeyide [sic] beraberinde getirecektir. Bu anlayış, Kürt ve Türk ulusları dan proleterleri aynı çatı altında örgütlenmesini dıştalayacak ve ulusal kulüplerde ayrı ayrı örgütlenmelerini gündeme getirecektir. Bu tasfiyeci yaklaşım, ulusal sorunun proleter tarzda çözümünü değil, ulusal burjuva tarzda çözümünü önermektedir.

Neden İki Ayrı Program?

Kürdistan'ın feodal, Türkiye kesimini kapitalist olarak değerlendiren revizyonist-doğmatik [sic] mantık, soruna yaklaşımı mekaniktir. Çok uluslu bir ülkede yaşayan ulusların sosal [sic] ve siyasal yapılarının ayrı özelliklere sahip olması, iki ayrı programı gündeme getirir mi? Elbette hayır. Komünistler hiç bir [sic] çok uluslu ülkede soruna bu denli doğmatik ve mekanik yaklaşmamışlardır. Onlar, devrim programını tek olarak ele alıp öyle çözmeye çalışmışlardır. Rusya, Çin örnekleri önümüzde durmaktadır. Rusya'nın ortası kapitalist iken, Kafkasya ve Kafkas ötesi feodalizmin daha yoğun olduğu yerlerdi. Öte yandan, Polonya ve Ukranya [sic] Rusya'dan sanayi ve gelişmişlik bakımından daha ileriydi. Ancak, Lenin ve Stalin, bizim dönek tasfiyecilerimiz gibi, "iki ayrı Program" ve "iki ayrı devrim" gibi bir safsatalığı 'çözüm' olarak ortaya sürmediler. Çünkü bu tür bir çözüm, proletaryanın gücünü böleceği gibi, ister istemez tek merkezli proletarya partisininde [sic] inkarıdır. Proletaryanın Enternasyonal tip örgütlenmesinin reddini de beraberinde getirir ve en sonunda "ulusal-özerkliğe" varması kaçınılmazdır. Bugünkü Kürt milliyetçilerinin soruna yaklaşımlarıda [sic] tam da budur.

Çok uluslu bir ülkede, ulusların yaşadığı sosyal yapılarının farklılığı, onların ayrı örgütlenmesini ve ayrı devrim programlarını önüne koymasını getirmiyor ve getirmez. Ama, ulusal sorunun çözümüne, burjuva ulusalcılığı ya da "burjuva-demokratlığı" temelinde yaklaşılırsa, proletaryanın önüne, kaçınılmaz olarak ulusal sorunun çözümü sınıfsal temelde bir program ile çözülmesi değil, ulusal temelde çözülmesi konacaktır.

Çok uluslu bir ülkede, ulusların yaşadığı sosyal yapılarının farklılığı, onların ayrı örgütlenmesini ve ayrı devrim programlarını önüne koymasını getirmiyor ve getirmez. Ama, ulusal sorunun çözümüne, burjuva ulusalcılığı ya da "burjuva-demokratlığı" temelinde yaklaşılırsa, proletaryanın önüne, kaçınılmaz olarak ulusal sorunun çözümü sınıfsal temelde bir program ile çözülmesi değil, ulusal temelde çözülmesi konacaktır.

Tasfiyecilerimiz, "iki ayrı program" getirmekle, Proletaryanın önderliğinde Demokratik Halk Devrimi'nin ulusal sorunu çözemeyeceğinide [sic] belirlemiş oluyorlar. Böylece, Kürt proletaryasının önüne, birinci görev olarak; "ulusal bağımsızlık" konurken, Türk proletaryasınada [sic] şöyle sesleniyorlar; "sen kendi devriminle uğraş, Kürt'lerden elini çek". Böyle bir revizyonist anlayışın başka anlama gelir yanı yoktur.

Tasfiyeci döneklerimiz, "iki''leri gündeme getirirken, iki ulustan proleterleri ve halkları böldüklerinin farkında olmamış olamazlar. 'İki'ler anlayışına sahip olan bir KP, ister istemez, kendi ulusundan proleterleri kendi devrimi için devreye sokacak ve kendi örgütlülüğü içine alacaktır. Ortaya çıkan sonuç ise, ulusal temelde örgütlenmededir [sic]. Her proleter, kendi ulusundan KP'nin içinde yer alacaktır.

İşte bu nedenle "iki"'ler, çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının ortak örgütlenmesi ve ortak hareket etmesi önüne, 'ulusalcı' engeller çıkarıyor. Ayrıca, proletaryanın devrimini yapması ve ulusal sorunun çözümü için pratik bir çözüm değildir. Pratik bir çözüm olmadığı gibi, proletaryanın devrimi gerçekleştirmesi önünde önemli bir engel çıkarılmaktadır. Bu engel nedir? Proletaryanın ortak davası için birleşmesi yerine bölünmesidir. Proletaryanın önderliğinde en demokratik olarak çözülecek olan ulusal sorunu, proletaryadan alıp, ulusal burjuvaziye yüklemedir. Ve proletarya önderliğindeki DHD'nin içeriğini, burjuvazi önderliğindeki burjuva demokratik devrimlere indirgemektir. Tasfiyecilerimizin bunları bilmemesi olanaksızdır. Bilmelerine karşın, ulusal sorunun çözümünü, ezilen ulusal burjuvaziye bırakmayı daha pratik görüyorlar.

Lenin yoldaş, Polonya sorununu tartışırken şunları söylüyor;

"Polonya proletaryası Rusya'nın bütün proleterleri ile birlikte ortak savaşı aynı devletin çerçevesi içinde vermek istemesine karşılık, Polonya toplumunun gerici sınıfları, bunun tersini, ....." (UKKTH, sf.11)

Burada da görüldüğü gibi, ayrı bir program falan sözkonusu [sic] değil, tamamen tek merkezi bir parti içinde ve ortak düşmana karşı ortak mücadeleyi Lenin savunmaktadır. Ayrı program ve ayrı devrim safsatası yoktur. Lenin ve Stalin ulusal sorun üzerine olan tüm eserlerinde bu anlayış vardır. Bizim tasfiyeciler gibi soruna 'pratik'lik açıdan değil, sınıfsal ve enternasyonal proletaryanın çıkarları açısından yaklaşmaktadırlar. Üstelik, Polonya Komünist Partisi vardı. Yani RSDİP ile ortak çalışıyorlardı ve seksiyon tipi idi. Ama, Bundçular gibi bir federal yapıda değillerdi.

Tasfiyeci dönekler, bir taraftan seksiyon'u [sic] savunurken, bir taraftan da, 'iki ayrı program' ve 'iki ayrı devrim'i savunmaktadırlar. Bu birbiriyle çelişen şeylerdir. Her KP'nin önüne ayrı programlar ve aynı devrimler varsa, tek merkezlik ve ortak mücadele sözkonusu [sic] olamaz. Bu Komüntern [sic] değildir. Komüntern [sic] örgütlenmesiyle, çok uluslu bir ülkedeki örgütlenme aynı olamaz. "İki"ler kesinlikle ortak mücadeleyi, tek merkezli yönlendirmeyi dıştalar. Çünkü, her KP'nin önüne ayrı ayrı program ve devrim stratejileri getirmektedir. Öte yandan "ulusal çelişki öne geçti" diyerek, Türk proletaryasının önüne "sosyalist devrim', Kürt proletaryasının önüne ise, 'ulusal demokratik devrim' konmaktadır, onlar her ne kadar Kürt proletaryasının önüne ulusal demokratik deverim'in [sic] konduğunu söylesede [sic], özünde sadece ulusal sorunu, yani, ulusal sorunu sınıfsal sorundan ayırarak, Kürt milliyetçilerinin önermelerini getiriyorlar.

Çok uluslu bir ülkede, bir başka söylemle: ezilen ve ezen ulusun olduğu bir yerde, ulusal sorunun önem kazanmaması olası değildir. Bu sorun çözülmedikçe her zaman baş sorunlardan biri olarak varolacaktır [sic]. Bu, Rusya'da da böyle olmuştur, bir başka ülkedede [sic].... Bizim ülke için yeni bir sorun değildir. Mutlaka diğer ülkelerden farklılıklar vardır. Ancak, proletaryanın önüne esas çözüm olarak ayrı programlar ve ayrı devrim stratejileri olarak çıkmaz. Bu, her bölgenin, her yerel yapılanmanın ayrı ayrı özellikleri olduğunu dıştalamaz. Elbette Türkiye Kürdistan'ı [sic] ile Batı bölgelerindeki farklılıklar her yönüyle açıktır. Bu, partinin önüne, değişik alanlarda çalışan parti örgütlerinin önüne, yerel özellikleri ve beraberinde bu koşullara uygun kendi özgü çözüm yöntemlerinide [sic] getirecektir. Bu, ayrı program ve ayrı devrim olgusunu getirmez. Partinin her yönüyle esnek ve koşullara uygun çözüm yöntemlerini uygulamasını getirir. Her alanın genele bağlı olan ve olamayan sorunları vardır. Kürt ulusal sorunu genel bir sorundur. Yani, çeşitli milliyetlerden proleterlerin sorunudur. Ama bunun dışında genele bağlı olmayan kendine özgü bazı yerel sorunlarda [sic] vardırki [sic], bunu o alanda çalışan parti örgütü ele almak ve doğru bir çözüm yöntemi ile çözmek zorunda kalır. Kürt sorunun çözümü, ülkenin demokratikleşmesiyle direk [sic] ilintilidir. ülke [sic] demokratikleşmedikçe bu sorunun çözümü olanaksızdır. Ülkenin demokratikleşmesi de ancak, proletarya önderliğinde DHD ile olasıdır. Egemenlerden ülkenin demokratikleştirilmesi beklenmiyorsa (tasfiyecilerimizinde [sic] genel yaklaşımına bakarak, onlar adına söylersek beklediklerini sanmıyoruz), o zaman 'iki'ler saçmalığı nereden çıkıyor? Türkiye'de yaşayan bütün uluslardan prolterlerin ve emekçilerin sorunları ortaktır. Düşmanları ortaktır. Kurtuluşlarıda [sic] ortak olmak zorundadır. Bunun yolu da ortak örgütlenme ve ortak mücadeleden geçer. Tasfiyecilerimiz, 'iki'leri gündeme getirmekle, "önce ulusal sorun["] demiş oluyorlar. Çünkü proletaryaya başka seçenek bırakmıyorlar. Böylece, "önce ulusal sorun", "sonrada [sic] sınıfsal...". Bunun bir tek anlamı vardır: Ulusal sorun, sınıfsal sorunun önüne geçirilmiştir. Bir zamanlar Ukranyalı [sic] milliyetçi sosyalistlerin yaptığını, şimdi 1990 yılında bizim tasfiyeciler yapıyor. Lenin söyle diyor: "Bay Yurkeviç, iki ulusun proletaryasının birliğini, kaynaşmasını ve özümlenmesini, ukranya [sic] ulusal görevlerinin bir anlık başarısına feda ederken, gerçek bir burjuva gibi, hatta ileriyi görmeyen, dar görüşlü bir burjuva gibi davranmaktadır. ilkin [sic] ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri, diyorlar burjuva milliyetçileri, ve onların ardından Yurkeviçler, Dontsovlar ve öteki yalancı marksistler bunu yeniliyorlar" (UKKTH, sf.31-32)

Tasfiyecilerimiz, "bizim söylediklerimizi çarpıtıyorlar" diye ayağa kalkabilirler. Bir çarpıklık varsa, çarpıtan biz değiliz, çarpık şeyler söyleyen, proletaryanın ulusal sorun konusundaki anlayışlarını çarpıtarak, ünlü burjuva milliyetçi sloganı olan "iki"'leri getiren sizlersiniz. Siz ulusal sorun öncelikli diyorsunuz, 'iki'lerle. Oysa, "Biz, herşeyden [sic] önce proletaryanın görevleri diyoruz, çünkü bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama aynı zamanda, bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir: ve [sic] demokrasi olmadan ukranya [sic] ne özerk olabilir, ne de bağımsız" (age. Sf.32)

Lenin, proletaryanın önüne yalnızca ve yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarını önüne koyuyor. Lenin, Ukranya [sic] Rusya ve Kafkas ötesi ülkelerden ileri olduğu halde, Ukranya [sic] için ayrı bir program ve ayrı devrim stratejisi getirmiyor. Ama, bizim tasfiyecilere göre Lenin yanlış yapmıştır. Tasfiyeciler orada olsaydı kağıt üzerinde ne güzel ayrı ayrı program çizerlerdi. Ukranya'lı [sic] revizyonistler, Ukranya'da [sic] ulusal bilinç yönünde daha fazla hareketlenme ve bilinçlenme olduğu için bu tür milliyetçilikleri öne çıkarıyorlardı. Bizim tasfiyecilerimizde [sic] PKK'nın [sic] silahlı mücadelesi ile öne çıkan Kürt sorunu nedeniyle böyle bir yaklaşıma sapıyorlar. İbrahim Kaypakkaya yoldaşı şöyle eleştiriyorlar: "özgül durumu görmeyip, tüm uluslara aynı görevi içeren bir plan sunmak hatalıydı" (Komün, sy.1, sf.25) Burada her şey açık. Kürt proletaryası ile Türk proletaryasının önüne ayrı ayrı görevler konmaktadır. Kürt proletaryası ulusal sorun ile ilgilenecektir. Proletaryanın sınıfsal çıkarları temelindeki ortak devrim programı "özgül'den dolayı unutuluyor ve milliyetçi bir konuma düşülüyor. Çin'de de bir sürü ulusal topluluklar vardı. ÇKP ve MAO onların önüne ayrı program koymadılar, koymalarıda [sic] yanlış olurdu, proletaryanın devrimi çıkmaza sokardı. Fakat, bizim tasfiyecilerimizi dürtükleyen bir şeyler var. Bu da, revizyonist ideolojinin kurbanı olmasından kaynaklanıyor. Bir kere parti programından saptın mi [sic], nereye gideceğin belli olmaz. Bu karşı devrime kadar götürür insanı. Çünkü, revizyonizmin ve oportünizmin kalıcı bir durağı, berrak bir çizgisi yoktur. Rüzgar ne taraftan güçlü eserse, o tarafa savrulup giderler. Bugün Kürt milliyetçisi akımdan yana sallanıyorlar. Yarın Kürt hareketi ezilirse, Türk milliyetçiliğine sapmayacaklarını kimse söyleyemez.

Tasfiyecilerimizin incileri, öylesine milliyetçilik kokuyor ki, Kürt milliyetçileri bile geride bırakılmaktadır. Aynı derginin 29. sayfasında şunlar yumurtlanmaktadır:

"Bağımlı ulusun somut gerçeğinde, toprak devrimini esas almak hedef şaşırtmaktır. Devrimci proletarya, ilhaka karşı mücadele (aç.İKK [sic]) görevlerini, asgari programın asıl unsuru olarak ele almalıdır. Sosyal kurtuluş, ulusal kurtuluş mücadelesine bağlı (aç.İKK [sic]) olarak, elbette proletaryanın asgari gündeminin sorunları olacaktır."

Ulusal sorunu ekonomik ve siyasal temellerinden koparıp, demokratik devrim ile ulusal sorunu karşı karşıya koyan idealist ve küçük burjuva milliyetçi bir yaklaşım, Demokratik devrimin içeriğini boşaltan, emperyalizm olgusunu bir bütün olarak Türkiye ve Türkiye Kürdistanı'ndan dıştalayan, ulusal sorunun çözümünü proletaryanın deverim [sic] davasının dışında gören burjuva milliyetçisi bir yaklaşım.... Bu özünde, Türk egemen sınıflarının emperyalizmin uşağı olduğunun da reddidir. Çünkü, mulusal [sic] sorun tek yönlü olarak ele alınmakta, bir bütün olarak emperyalizmin varlığı ile iktisadi ve sosyal temellerininde [sic] varolduğu [sic] görülmemektedir. Ayrıca, Türkiye kesiminin özgür olmadıkça, demokratikleşmedikçe, Kürdistan'ında demokratikleşemeyiceğinin [sic], ulusal sorunun çözümlenemiyeceğini [sic] görmezden gelmektir. Kürdistan proletaryası, Türk proletaryası ile ortak hareket etmedikçe Kürt sorunu çözülemez. Bugün PKK'nın en büyük hatası budur. O, milliyetçi bir yaklaşımla yola koyulmuştur. Ama, Türk Proletaryasının ve emekçilerin desteği olmadıkça, hiçbirzaman [sic] amacına ulaşamayacaktır. Ulusal sorun köylü sorunudur. Köylü sorunu var oldukça bu sorunda [sic] varlığını büyük sancılarla sürdürecektir. Köylü sorununun temelinde de toprak sorunu yatmaktadır. Nitekim Türkiye gerçeği böyledir. Türkiye'de toprak sorunu çözülmeden ülkenin özgürleşmesi olamayacaktır. Demokratik devrim ile bütünleşen ulusal sorun, ancak bu perspektif ile çözülebilir. Kürt ve Türk proletaryasının ortak hedefi bunlardır. Emperyalizmi, feodalizmi, komprador kapitalizmi yıkmadan, özgürlük hayaldir. Ulusal sorunda [sic] bu çerçevede çözülecektir.

Kürdistan'da Kürt ulusal hareketinin mücadelesinin sürmesi, hatta geniş destek görmesi, proletarya açısından sorunun özünü değiştirmemektedir. Rusya'da, Şubat Devrim'i [sic] ile birlikte bir çok [sic] uluslarda yerden mantar biter gibi ulusal devletler doğdu. Bunların bir kısmı ekim [sic] Devrimi ile yıkılırken, birkısmı [sic] uzun süre varlığını sürdürdü. Ama, ayrı devletlerin kurulmasına karşın, Bolşevikler, ayrı program ve ayrı stratejileri gündeme getirmedi. Üstelik tam o sırada Rusya'daki ulusal sorun, bugün Türkiye'de olduğundan daha da yakıcıydı ve çok çeşitlilik arzediyordu [sic]. Tasfiyecilerimiz, bugün PKK'nın durumuna bakarak, Kürt proletaryasının önüne apayrı bir program koyarak, Kürt halkını yanına çekebileceklerini sanıyorlar. Dert buradan kaynaklanıyor. Ezilen ulus yığınlarının ulusal baskıya karşı ayağa kalkmaları, proletaryanın asgari programını değiştirmez, tam tersi yığınların ayağa kalkışını olumlayarak, silahlı mücadele temelindeki programı en yakıcı şekilde pratiğe geçirmek ve tek merkezli ortak mücadele anlayışını daha da pekiştirmek olmalıdır.

Tasfiyecilerimizin yanar dönerlilikleri normal karşılanmalıdır. "Teorisyen" A. Derviş gibileri, dün PKK'ya "faşist" derken, bugün tam da onun çizgisine gelmesi hiçte [sic] yadırganacak bir olgu değildir. Saman alevi gibi yanıp sönen akımların, sık sık yön değiştirmesi tarihsel oportünizm kaynaklıdır.

İbrahim yoldaş, sınıf savaşımında belli bir devleti (Türkiye) temel olarak ele almış ve bu ülkede yaşayan bütün uluslardan proletarlerin [sic] biliğini [sic] savunmuş ve ortak bir hedef koymuştur. Ayrı ayrı programların koyulmasını hiçbir zaman gündeme getirmemiştir. Tasfiyecilerimizin yanılgılarından en önemlisi buradadır. Belirli bir devleti hedef alıp, çeşitli uluslardan proleterlerin önüne ayrı ayrı program koymak, devrimi baltalamaktan başka bir şey değildir. Hem ayrı ayrı program koyacaksın, ve hem de proleterlerin birliğini savunduğunu iddia edeceksin. Olmaz böyle bir saçmalık. Bu, BUND'cu bir programdır. Lenin yoldaş bu konuda şunları söylüyor:

"Rusya'da, ulusal, özerk ve bağımsız bir devlet kurma, şimdiye değin, bir tek ulusun, Büyük-Rus ulusunun ayrıcalığı olarak kalmıştır. Biz Büyük-Rus proleterleri, hiçbir ayrıcalığı savunmayız ve bu ayrıcalığı da savunmuyoruz. Savaşımızda belirli bir devleti kendimize temel olarak alıyoruz; belirli devlet içindeki bütün ülkelerden işçileri birleştiriyoruz. (aç.İKK [sic]); biz hiçbir ulusal gelişme yolunu savunamayız, biz bütün olanaklı olan yollardan sınıf hedefimize doğru yürüyoruz." (UKKTH, sf.78)

Tasfiyecilerimiz ise. Partimizi "doğmatiklikle" suçlarken, nedense hep "somut koşullar ile revizyonist teorilerini ispatlamaya çalışıyorlar. Bütün revizyonistlerin yaptığıda [sic] bu değil mi? Dogmatizmin, tasfiyecilerimizin paçasına kadar akmaktadır. Ne varki [sic], onlar bunu görmek istemiyorlar. "Yeni tez"lerle karşımıza çıkıyorlar. Ne de 'yeni tezler' değilmi [sic]?

İbrahim yoldaş, Kürt ulusal sorununa en doğru yaklaşımları getirmiş ve TKP/ML'in [sic] teorik görüşlerini oluşturmuştur. Onun şu sözleri, ulusal sorunu nasıl kavradığının en özlü tanımlamalarının kısa bir özetidir:

"Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde; bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiç bir zorunlu dil tanınmayacaktır. Halk devletinin anayasası, her hangi bir milletin imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına her hangi [sic] bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendine yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal yurtlar, nüfusun milli bileşimi vb.... temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir." (İ.Kaypakkaya, Seçme Yazılar, sf.259)

İbrahim yoldaş ve partimize getirilen, aslı olmayan eleştiriler, özünde burjuva milliyetçiliğini gizlemenin devekuşluğundan [sic] başka bir şey değildir. Fazla söze gerek yoktur. Tasfiyecilerimize önerimiz yol yakınken, bu tür safsataları ortalığa salmaktan vazgeçin. Bu halinizle proletaryaya zararlarınız var, belki o zaman, zararlarınızı azaltmış olursunuz.

BİRLİĞE DARBE VURANLARIN 'BİRLİK' ÇAĞRISI ÜZERİNE

Geçen yıl partimizin yurt dışı örgütü içinden ayrılan, "Tasfiyeci Mülteci Revizyonizmi", partimizden ayrıldıktan sonra, "Devrimci Partizan" adını alarak, tasfiyeciliğin son temsilcileri olarak siyaset sahnesine çıktılar.

Tasfiyeci ihanet odağı, görüşlerini tipik küçük burjuva kariyeristi olan "A. Derviş"in kaleminden görüşlerini ortaya koydular. Böylece Türkiye devrimini bir çırpıda çözdüklerini sandılar (?). Aslında onlar da çözemediklerinin farkındalar. Çünkü, küçük burjuvazinin, proletaryanın keskin sınıf mücadelesi karşısındaki tavizsiz tavrı ve silahlı mücadeleyi sürdürmedeki kararında kararlı oluşu sonucu, bu çizgiyi içine sindiremeyen çürümüş ve kokuşmuş unsurların, proletarya adına yola "çıkmaları" mümkün değildir. Onlar, siyasetlerini ve de partimizden ayrılmaları sığınmacılıktan vazgeçmeme üzerine oturttular. Daha önceki "Bolşevik" hizibi [sic], her ne kadar revizyonist bir çizgi ile ortaya çıkmalarına karşın, yurtdışında ellerinde tuttukları birsürü [sic] parti üyesini pasifize edip, tüm bir sığınmacı mantığıyla mücadeleye sırt çevirdiler. Dünün "aslanları", bugün, devrimci mücadeleye; "bir zamanlar bizde [sic] karışmıştık o işlere...." diyerek, "gençlik maceralarını" anlatır durumdalar. Yeni tasfiyecilerin de, aynı yolu seçmemeleri için hiçbir neden yoktur.

Bizim yeni tasfiyecilerimiz, istedikleri yolu seçmekte serbestler. Bu, onların bileceği bir iştir. Anckak [sic], bizimde [sic] bir çift sözümüz olacaktır, bunlara. İsdetikleri [sic] bataklığa batmakta, özgürler. Bu, bataklığa batmadan önce uyarmıştık. "gitmeyin, parti içinde devrimci mücadeleyi sürdürün" diye. Ama, onlar, kendilerini "çok değerli, bulunmaz önderler" gördükleri için, "Türkiye'ye gelerek harcanmak" istemediler. Haklılar da (?). Çünkü, "Lenin'de devrimi yurtdışından yönetmiş". Bunlar niye yönetmesin ki! Mantık bu olunca, insanın bataklığa düşmemesi için hiçbir neden kalmamış oluyor. Ve böylece, bataklığın yolu kaçınılmaz bir son oluyor.

Ne varki [sic], tasfiyecilerimiz, bugün keskin "birlikçi" olarak karşımıza çıkıyorlar. Ve çağrı üzerine çağrı yayınlıyorlar. Çağrı yayınlamaları, birlikten yana olmaları güzel bir şey. Güzel olmayan, bu birliğin samimi olmadığıdır. Yani, bir gün önce partiden ayrıl. Ve gerekçe; "birlikte yaşama koşulu kalmadı" olsun, ikinci gün; "birlikte yaşama koşulu var" diye ortaya çık. Sormazlar mı insana: "bu ne perhiz, bu ne turşu" diye. Nitekim, biz soruyoruz: Parti ile birlikte yaşamakan [sic] yanaydısanız [sic], neden partiden ayrılıp, partiyi yıpratmaya çalıştınız? Bunun cevabı, aslında onların ortaya koydukları siyasetin içindedir. Parti birliğine darbe vuranlar, iki gün sonra "birlikçi" kesiliyor. Devrimcilikten bir nebze nasibini alanların [sic] bile güldürecek bir tavır. Ama, aynı zamanda "devrimci siyaset bezirganlarına" karşı, kitlelerin nefretini kazandıran iğrenç bir tutumdur. İğrenç olan şey, 'birlik'te samimi olmamalarıdır. İğrenç olan şey; partinin birliğine darbe vurup, partiye önemli zararlar verip ve hiçbirşey [sic] yapmamışlar gibi, suçlarını gizleme tavrıdır. İğrenç olan şey; mevlana [sic] tekkesi kurduktan sonra, tekkelerini meşrulaştırma girişimleridir.

Okuyucularımızın bazıları, bunların neden partiden ayrıldıklarını bilmeyebilirler. Bu nedenle birlik çağrılarında samimi olup olmadıklarına karar veremeyebilirler. Kısaca da olsa, bunların ayrılık nedenlerini ortaya koyalım:

Bunlar, parti çizgisini yanlış buldukları için ayrıldıklarını söylemelerinin yanında, "bizi tasfiye ettiler" diyerek ortaya çıktılar. Hatta çoğunluğu, "bizleri Türkiye'ye göndermek istemeleri tasfiyeciliktir" diye, partiyi 'suçladılar'. Ayrı bir çizgi savundukları doğrudur. Bu çizgileri, revizyonist bir çizgidir. Ama bunları "parti içinden tasfiye etmek" istediğimiz yalandır. Partimiz bunlara, 3. Konferans sonrası şunu söylemiştir: "Parti disiplinini tanıdığınız sürece, partinin verdiği görevleri yaptığınız sürece, parti içinde kalırsınız. Bu, partimizin tüzük kuralları ve parti içinde iki çizgi mücadelesinin bir gereğidir[.]" Ama, onlar, partimizin verdiği görevleri reddettiler. Parti onlara Türkiye'de görev verince, bunu "tasfiyecilik" olarak değerlendirdiler. Demek ki, Türkiye'de mücadele etmek tasfiyecilikmiş (?)[.] Bunu ancak, devrim diye bir derdi olmayan mücadele kaçkınları söyleyebilir. Ne varki [sic], bunu söyleyenlerin başında "teorisyen", "büyük önder", "A. Derviş" geliyor. Bir taraftan partinin üyesi olarak kalmak isteyeceksin, öbür taraftan, partinin verdiği görevleri kabul etmeyeceksin? Bunun Leninist bir parti işleyişi ile ilişkisi yoktur. Bu ancak burjuva partilerde olabilir. Onlar bile, buna izin vermiyor. Ama, bunu yapan, "büyük önder", "A. Derviş"tir. Ve bu kişi, bugün "proletarya" adına soyunup ortaya çıkıyor. Aynı "Derviş", kendi tekkesindeki insanları acaba nasıl Türkiye'ye gönderebilecek?

Partinin verdiği görevleri yapmayanları, parti, saflarında tutamaz, tutmaz. Partinin verdiği görevleri kabul etmeyen parti üyeleri, partiden atılır. "Derviş" ve diğer tekkecilerin sonuda [sic] bu olmuştur. Türkiye'de görev kabul etmedikleri için, partiden atılmışlar, birer parti sempatizanı olarak kalmaları istenmiştir. Ama, bunu küçük burjuva "gururlarına" yediremedikleri için proletarya partisine karşı bir ihanet odağı hizip olarak çıkmayı, daha "gurur verici" buldular.

Ayrılıkları tutarlı olmadıkları gibi, birlik çağrılarında da tutarlı değiller. Partimizi "ML bir güç" olarak "gördüklerini" söylüyorlar. Madem Partimizi "ML" olarak değerlendiriyorsunuz, o zaman ne diye ayrıldınız? ML'ler birbirinden ayrılmaz, aksine birleşerek saflarını daha da sıklaştırmaya çalışırlar. Ama sizler tersini yapıyorsunuz? ortaya [sic] çıkan sonuç ise, sizlerin ayrılığınız bile tutarlı değildir. ML gördüğünüz bir örgütü ayrılmakla ve ayrı bir tekke kurmakla yıprattınız. Samimi olmadığınız, tutarsızlığınız burada ortaya çıkıyor. Madem ML görüyorsunuz, ne diye çağrı yapıyorsunuz? Yapmanız gereken, hatalarınızı kabul edip, özeleştiri yapmanızdır. Bunu sadece partimize karşı değil, halk ve devrimcilere karşı yapmalısınız.

Biz, sizi ML görmüyoruz. Parti tasfiyecisi bir grup olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenlede [sic] örgütsel birlik sözkonusu [sic] olamaz. Partiyi bölmeye ve yıpratmaya çalışan, revizyonist görüşleri savunan bir grup ML olamaz. Kendine karşı dürüst davranmayan bir insan, başkalarına karşı dürüst olamaz. Öncelikle kendinize karşı dürüst olun. Halka ve devrime karşı dürüst olmanızı beklemiyoruz. Bunu isterdik, ama oluşumunuz, bu grubu oluşturan "önderlere" baktığımızda, bunun olamayacağı kanısındayız.

Tekkenizin ömrünü uzattığız sürece, devrime hiçbir yararınız olmayacaktır. Yararınız ancak, legal marksist tasfiyecilere olabilir, onlara kadro yetiştirirsiniz. Çünkü geçmiş benzerlerinizin şimdiki yerlerine bakarsanız bunu iyi anlarsınız. Aydınlıkçılara yeni kadrolar yetiştirmek istemiyorsanız, samimi özeleştiri yapıp, grubunuzu dağıtın.

Keskin "birlikçi" gözükerek, masumane pozlara bürünmekten vazgeçin. Böyle bir derdinizin olmadığını çok iyi biliyorsunuz. Böyle bir derdiniz olsaydı Partiden ayrılmazdınız. "Birlikçi" gözükerek, kitlelerden gerçek yüzünüzü gizleyemezsiniz. Çünkü yurtdışı hiziplerinin "keskin" laflarından kitleler bıktı. Kokuları insanları tiksindirmeye başladı. Yanlarına birkaç kişi alan ve bir dergi çıkaranlar, "proletarya" adına ortaya çıktıklarını söyleyerek, çok geçmeden Türkiye'deki legal tasfiyecilerin birer "teorisyeni" olup çıkıyorlar. Sizlerinde [sic] diğerleri gibi olmanız için çok neden var. Ne yazık ki, şu anda o süreci yaşıyorsunuz.

Bu hizibin önderleri, 3. Konferans öncesi partimizin yönetimindeydiler. 3. Konfkeransta çizgileri mahkum edildi. 12 Eylül sürecinde partinin aldığı yenilgiden birinci derecede sorumludurlar. Ama, bunun hesabını vermeden, "birlik" çağrıları ile kendilerini aklayabileceklerini sanıyorlar. Önce, Partimize ve halka bunun hesabını vermelisiniz. DABK mayrılığında [sic] birinci derecede sorumlusunuz. Önce, partiye verdiğiniz bu kaybın hesabını vermelisiniz. Geçmişiniz pürü pak değil bayler [sic]. Oldukça lekelisiniz. Kitlelerin karşısına, 'hiçbirşeyiniz [sic] olmamış' gibi çıkamazsınız. Önckelikle [sic] bunların hesabını vermelisiniz.

Ayrılık nedenlerinizin gerçek nedenlerini kitlelere açıklamalısınız. "Bizi tasfiye yettiler" gibi, uydurma ve suçlarınızı örtmek için ortaya sürdüğünüz gerekçelere kimse inanmadı ve inandırıcı değildir. Bugün kalkıp, sağda solda; "beni doğuya değilde [sic], batıya gönderselerdi Türkiye'ye gelirdim" diyen, "büyük önder" "Derviş" gibi, yalanlarla kimseyi kandıramazsınız. Bu tür yalanlar sizleride [sic] kurtarmaya yetmeyecektir. Bunu iyi bilmelisiniz. "Derviş"in neden Türkiye'de görev kabul etmediğinin belgesi elimizdedir. Gerekirse o belgeyi dergimizde yayınlarız. Bu, nedenle yalanlara baş vurmadan, samimi olun.

Gelelim birlik sorununa: Biz proletaryanın birliğinden yanayız. Bugün, proletaryanın tek temsilcisi partimiz TKP/ML[']dir. Bu, proletaryanın en yüksek birliğidir. Bu, ideolojik, örgütsel ve siyasal birlik demektir. Biz, parti içinde iki çizgi mücadelesinin varlığını kabul eder ve buna göre hareket ederiz. Bizde [sic] birlik istiyoruz. Bu nedenle proletaryayı ve tüm emekçileri parti etrafında örgütlemeye ve mücadeleye çağırıyor ve çalışıyoruz. Diğer birlik ise, proletarya partisi ile, bu düzene karşı olan halk kesiminde çeşitli siyasetler ile sağlanan ya da sağlanmak istenen eylem birlikleri ya da çeşitli ittifaklardır. Partimiz birincisine önem verdiği gibi, ikincisine de önem vermektedir. Sizin sözünü ettiğiniz birlik ise, partimiz ile örgütsel birliktir. Partimiz, sizin önerdiğiniz iki örgütün birleşmesi şeklinde çağrınıza olumsuz cevap veriyor. Çünkü, siz, bu konuda samimi değilsiniz. Dün ayrıldığınız, bugün birleşmeye çalışıyorsunuz. O zaman ne diye ayrıldınız? Bunun nedenlerini yukarıda açıkladık. Partimiz, kendi safına gelmek isteyen tüm devrimcilere açıktır. Ancak, bu, partimizin tüzük ve programını kabul eden herkes parti içinde yer alabilir. Bu sizler içinde [sic] geçerlidir. Bir şartla: partiye verdiğiniz zararların hesabını vererek. Samimice özeleştiri vererek partimiz saflarına gelebilirsiniz. Tek tek özeleştiri verin gelin. Parti özeleştirinizi değerlendirir ve karar verir. "TKP/ML'in [sic] güçlerini birleştirme" gibi, hayallerden vazgeçin. Tek bir TKP/ML vardır. O da, partimiz TKP/ML'dir. Öncelikle partiye karşı oluşturduğunuz tasfiyeci tekkenizi dağıtın. En samimi tavrınız bu olur. Çürümüş, dökülmüş, mücadele kaçkınları ve parti düşmanlığı güden insanlarla bir yere varamazsınız. Sizlerin protipi [sic] olan "Bolşevik Partizan"dan ders almalısınız. Saflarınızdaki, bazı samimi ve dürüst unsurlarıda [sic] çarçur etmeyin. Hatalarınızı kabul edip, özeleştiri vermekle küçük düşmezsiniz. Küçüak [sic] burjuvazi, özeleştiriyi, kendi sınıfı açısından "gurur kırıcı" bulur. Proletarya ise, hatalarına karşı samimi ve açıktır. Hatalarını kitlelere açmaktan, özeleştiri vermekten çekinmez. Çünkü, hatalarını kitlelerden gizleyenler, kitleleri örgütleyemez ve devrimci mücadeleye seferber edemez.

Bizim size çağırımız; madem birlik istiyorsunuz, bu bataklıktan kurtulmak istemenizin ilk işareti olabilir. Bunu daha da ileri götürerek, kurduğunuz mevlana [sic] tekkesini biran [sic] önce dağıtın ve tek tek özeleştiri vererek parti saflarına katılın, tekkenizi daha fazla uzattığınız zaman, çürümüş ve kokuşmuş mücadele mkaçkınlarına [sic] bir sığınak olmaktan öteye gidemezsiniz. Çürümüşlere sığınak olmaktan vazgeçin.

"Devrimci Partizan" safında yer alan dürüst insanlara sesleniyoruz; Proletarya partisine düşmanlık olarak ortaya çıkan, mücadele kaçkınlaklarını [sic] gizlemek ve proletaryanın devrimci eleştirisinden kurtulmak için kendilerine sığınak sandıkları tekke kuran, "önderleri" kaderleri ile baş başa bırakın. Partimize, devrime ve halka daha fazla zarar vermelerine ortak olmayın. Ve BİRLİĞE BALTA VURANLARIN "BİRLİK"te SAMİMİ OLMADIKLARINI GÖRÜN.